BÖLÜM-1 KHYAUN'UN VEDASI

64 7 15
                                    


          Yıllar boyu bütün ırklar arasında süregelen düşmanlıklara şahit olmuştu yeryüzü, birçok savaşa tanıklık etmişti; onca kan dökülen ama kimsenin kazanamadığı savaşlar. Güç arzusu içinde olanlar, kendini diğerlerinden üstün görenler ve mecbur kaldıkları için savaşanlar vardı; hepsi de kendince haklıydı. Savaş çıkaranlar dışında barış getirmek için çabalayanlar da olmuştu ve başaranlar da.

          Bunlardan birisiydi şimdi son yolculuğuna uğurlanan Khyaun; tabutunun 10 kişi tarafından taşınması bile yeterliydi heybetini anlatmaya. Mezarının yanı başında, en az onun kadar heybetli iki insanın bile zor taşıyabileceği bir ağırlıkta, kabzasında cücelerin mahareti olan altından bir anka kuşu işlenmiş ve korkudan kimsenin çalmaya cesaret edemeyeceği bu kılıç yani Khyaun'un en yakın arkadaşı Cinnaess duruyordu. Cinnaess aslında elf lisanında barış getiren anlamına gelmekte, katıldığı son savaşta almıştı ismini. Cinnaess iyi bir yoldaş olmuştu Khyaun'a, nice gövdeyi başsız bırakmıştı savaşlarda; şimdiyse dostuna ağlarcasına sönmüştü ışıltısı, belki de o da yastaydı. İlkbahar olmasına rağmen herkesin içini ürperten soğuk bir sonbahar akşamı vardı adeta, sanki Güneş yalnız kalmıştı gökyüzünde. Herkes oradaydı, tüm dünya bir yere toplanmıştı sanki başka diyarlara göç eder gibi. Yağmura gerek kalmamıştı, gözyaşlarından; bunların çoğu Khyaun içindi elbet ama bazılarının da endişeyle akmaktaydı. Gözlerinden okunur oldu "acaba bu barışın bir sonu var mı?" diye.

          Tabutun hemen yanı başında dikkatleri üstüne toplamaya çalışan ve başaran bir cüce vardı. Diğer bilinen cücelerden farklıydı elbet, yıldızları bile kıskandıran altın rengi sakalları ufak beyaz taşlarla örülüydü. Üstünde ağır bir zırh vardı, sakallarını örmek için kullanılan taşlarla donatılmış ve omuz kısmında altın renkle bir anka kuşu işlenmişti. Kalın ve güçlü ellerini bu kez ufak ve narin bir hareketle tabuttaki Khyaun'u göstermek için kullanmıştı. Yüzünü kalabalığın görebileceği tarafa dönerek, normalde mavi olması gereken gökyüzüne kaldırdı ve haykırdı: "Ben Prah'den oğlu Rahd, tüm cücelerin temsilcisi, Ak Diyar'ın kralı. Size yemin edebilirim ki" (iki elini de yan taraflarına açarak vadinin üstünde gezdirir) "bu barışla dolu dünyamızda kim savaş çıkarmak isterse, düşüncesi daha aklında dolanırken kılıcımı kullanmadan alırım, canını kanıyla pisletmeden üstümü." Diğer tarafta bekleyen biraz daha sakin ve Rahd'ın söylediklerini abartılı bulan birisi vardı; bu umursamaz tavırlarıyla bilinirdi, Mellanirr'den başkası olamazdı tabii ki. Mellanirr ne kadar umursamaz da olsa eski bir dostu kaybettiği için bir hayli üzgün gözüküyordu. Omuzlarından yana doğru, yanından asla ayırmadığı üzerinde altından bir anka kuşunun olduğu eski bir deri çanta asılıydı. Daha kısa ve yanlara doğru örülü beyaza yakın ama daha çok sarıyı andıran saçları diğer elflerden kolayca ayırt edilmesini sağlıyordu. Mellanirr zırh veya silah kullanmazdı, akıl hocası kitapların silahlardan daha keskin ve zekânın zırhlardan daha koruyucu olduğunu öğretmişti. Mellanirr yavaşça Rahd'ın yanına yaklaştı, Rahd'a göre daha narin bir sesle: "Şimdi bunları düşünmenin ve söylemenin zamanı değil, eski dostumuza karşı son görevimizi yerine getirmeliyiz; bunlar konseyde konuşmamız gereken konular." İkisi birden eski dostlarının yanına geçtiler ve gözyaşlarına hâkim olamadılar.

          Rahd köşeden aldığı meşaleyi gaz yağına bandırıp hemen arkasında duran çanağın içindeki alevle tutuşturdu. Son bir kez daha dostunun yüzüne bakıp elindeki meşaleyi tabutun altındaki üst üste yığılmış gaz yağı kaplı odunlara doğru bıraktı, umutsuz bir yüz ifadesiyle. Hemen alev aldı odunlar ve ardından Khyaun'un bedeni yanmaya başladı, sanki bir yere yetişecekmişçesine. Belki de son bir görevi vardı kimsenin bilmediği. Artık herkes anlamıştı Khyaun'un gerçekten öldüğünü; tüm dünyada duyulmuştu bu haber. Bütün kalabalık birbirlerine sıkıca sarılıp uğurladılar barışın kahramanını.


          Yüksek Bahçe'de elfler, ellerinde arplarıyla ve dillerinde eski lisanda şarkılarla kahramanlarını uğurluyordu. Yüksek Bahçe'den aşağıya bakıldıkça, defalarca düşesin gelen bir yükseklikte, gümüş nehrin eteklerinde kalan dünyada nadiren görebileceğiniz Beyaz Nilüferlere ev sahipliği yapan zamandan bile eski bir şehir. Mellanirr'in babası olan Felir, Yüksek Bahçe'nin koruyucusu ve kralıydı. Felir adeta zamandan yoksun gibiydi Yüksek Bahçe'de, bir insandan uzun ama bir yıldızdan daha kısa olan ömrü, onun çocukluğunu bilen kimseyi bırakmamıştı çevresinde. Herkes farkındaydı Felir'in Kralların Savaşı'ndan beri Yüksek Bahçeyi terk etmediğini. Felir'in Yüksek Bahçe'yi terk etmediği için birkaç fikir oluşmuştu halkı arasında. Kimi savaş sırasında ölüme denk gelip onunla olan savaşını kazandığını ve bir daha ona rastlamamak için kendini evine hapsetmiş olduğunu, kimiyse de savaş sonrasında Kral Dağında benzersiz bir hazine bulduğunu ve o hazineyi kaybetmemek için kaldığını savunmakta. Felir kendi salonunda düşünmektedir: "Acaba orklar Khyaun'un ölümünü fırsat bilip tekrardan savaş çıkaracaklar mı?" Bu düşünceler durmaksızın kafasını karıştırmakta ve olmadığı şeyleri düşündürmektedir. Khyaun'un gerçekten ecelinden mi öldüğü yoksa barışı bozmak isteyenlerin bir planı mı olduğu, bu ikilemin içinden çıkmakta zorlanmaktadır. Yavaş yavaş merdivenlerden gelen sese yoğunlaştı Felir, gelen kişinin cenazeye gönderdiği bir gözlemci olduğunu ayak seslerinden anlamıştı. Sert ama hafif bir metalden yapılma zırhları merdivenlerden sanki birer notaymış gibi gelmekteydi kulağına. Merdivenlerin bitiminde karşıladı gözcüsünü ama sonra gelen kişinin beklediği kişi olmadığını görünce ufak bir somurttu Kral ve yavaş ama sinirli hareketlerle tahtına yöneldi.

AruchelHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin