Sabahın erken saatlerinde kuyudan su almak için kalkmıştım. Gece yerini gündüze bırakırken hava serin, gökyüzü turuncumsu bir hal almıştı. Bütün gece abimle aramızda geçen sohbeti düşünüp uykuyu zehir etmiştim kendime. Suyu kuyudan çektikçe abimin bana cevap vermeyişi aklıma tekrar tekrar geliyordu.
Elimdeki testileri bahçe kapısına bıraktıktan sonra üzerime bir hırka alıp sokaktan geçmekte olan satıcının yanına gittim. “Günaydın,” diye selam verince bana hiç uzatmadan her sabah olduğu gibi sütümüzü uzattı. “Günaydın Aqilah.” Dedi gülümseyerek. Parasını uzatıp içeri girdiğimde annemin de uyanmış olduğunu ve bana baktığını gördüm.
“Neden bu kadar erken uyandın?” diye sordu. Omuz silktim sütü, suların yanına koyarken. “Gece uyku tutmadı.” Annem iç çekerken verandanın merdivenine oturdu ve beni yanına çağırdı. Tam yanına oturduğumda sanki zihnimi okuyormuş gibi konuşmaya başladı.
“Abine savaşla ilgili daha fazla soru sormanı istemiyorum. Orada Batılılar mı var yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama daha fazla soru yok Aqilah.” Heyecanla ona döndüm.“Sen de biliyorsun! Orada Batılıların olmadığını sen de biliyorsun ama nasıl?” Annemin cevap vermesi için onu biraz daha sıkıştırdım.
“Haru dün gece çığlık atarak uyandı daha doğrusu uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordu. ‘Yekler geliyor!’ Tek söylediği buydu.”
Annemin sözleri havayı bıçak gibi kesti. Ağzımı açıp bir şeyler söylemek istedim ancak sesim çıkmadı. Ben orada öylece otururken annem hırkasına biraz daha sarıldı ve içeri girdi. Bense dün akşam olduğu gibi öylece kalakalmıştım. Eğer cidden Yekler varsa durum sandığımdan daha da ciddiydi. Zira yalnız Asya değil Batı dünyası da çok büyük bir tehlike altındaydı.
Savaş başlamadan önceydi, ben altı abim sekiz yaşındayken annem ve babam bizi, her sene düzenlenen baharın gelişini kutlamak için düzenlenen şehirdeki festivale götürmüştü. O zamanlar herkesin tek derdi hasat, kuraklık, evlenecek gençler için ev hazırlığı gibi basit köy endişeleriydi. Bu yüzden de imkan yaratabilen her köylü, şehre inip bu festivale katılırdı. Elbette köyümüzde de kutlamalar olurdu ama şehirdeki kadar canlı değildi. Festival zamanı geldiğinde her yer rengarenk kumaş parçalarıyla süslenir, origamiler duvarlara asılır, sokaklar fenerlerle donatılırdı. Geçtiğiniz her sokakta insanları baharı simgeleyen kırmızı, sarı, turuncu, mavi ve hatta yeteri kadar zenginseler mor renkte kıyafetlerle görürdünüz. Ateş kuşunun doğuşunu ve onunla birlikte gelen baharı anlatan gölge tiyatrolarına şahitlik ederdik. Bütün bu festivallerde bir de gece yarısını geçtikten sonra ateş başında yapılan içki sohbetleri olurdu.
Şehrin her bir yanından gelen köylüler ile yapılan ateş sohbetlerinde çok fazla şey öğrenirdik. Henüz bir çocuk olmanın verdiği heyecanla anlatılan hikayeleri dinlemek için bütün gün uslu uslu beklerdik ki ailelerimiz bizi köye geri götürmekle tehdit etmesin. O vakit geldiğinde de hiç var olmamışız gibi sessizce bekler ve yaşlıları dinlerdik. Bu sohbetlerden birinde bize çokta uzak olmayan bir köyden yaşlı bir kadın tüylerimizi diken diken eden bir hikaye anlatmıştı.
“Çok uzak olmayan bir geçmişte, derler ki dişleri bizimkinden daha uzun ve keskin, gözleri gece gibi siyah ama bir o kadar da parlak, teni insan teni gibi, sesi bir yılan gibi ve tuhaftır ki saçları bir kadın saçı gibi taranmış ve dümdüz olan yaratıklar varmış. Onlara Yek derlermiş. Gece veya gündüz, günün herhangi bir saatinde karşına çıkıp seni öldürürmüş. Bazen de seni günler, haftalar hatta yıllar boyu esir edermiş. Çünkü o kadar yalnızmış ki kendisine konuşacak birisini ararmış. Ancak sesi bir yılan gibi, sözleri ise yabancı bir lisandan farksız değilmiş. Esir ettiği kişi kendini anlayana kadar uğraşırmış. En sonunda onu öldürür ve yermiş. Çünkü ne kadar uğraşırsa uğraşsın ne yalnızlığını yenebilirmiş ne de açlığını.”
Bu kadını yıllar önce görmüş ve dinlemiştim. Ben ve benim gibi çocuk olanlar bunu ilk defa dinliyorken yaşı on beşi geçmiş olanlar bunu ilk defa duymuyordu. Buna rağmen herkesin tüyleri diken dikendi. Bunun bir efsane olduğu, yaşlıların çocukları ormandan uzak tutmak için uydurduğu koca karı masallarından farkı olmadığı söylenmişti. Ama ne gariptir ki her bir Shiu Whain’li bunu duyduğunda ürperir ve konuyu değiştirirdi. Sanki bu hiç konuşulmamış gibi. Bu efsaneyi dinlediğimde çok korkmuş ama sonrasında da unutmuştum ta ki savaş her bir genci köyümüzden alıp götürene kadar.
Geri gelmeyen askerlerle başlayan savaş, önce ülkedeki en büyük erkek çocukları sonrasında da ailede kalan son erkekleri alıp, herkes teker teker yok etmeye başladığında bir şeylerin yolunda olmadığını biliyordum. Hayatta kalanlar abim kadar şanslı olamasalar da en iyi ihtimalle bir uzuvları eksik geliyordu. Bazılarının ise cenazeleri bile gelmiyor, sadece ölüm haberi geliyordu.
Verandadan kalkıp annem gibi içeri girmek istediğimde sokaktan güçlü bir çığlık geldi. Bahçenin kapısına koşup dışarı fırladığım hayal meyal aklımdaydı. Zira karşımda efsanelerde geçen yaratık vardı. Bir kadın formunda oldukça güzel saçları olan, teni ay gibi parlayan bir yaratık. Ancak gözleri gece gibiydi, tıpkı o yaşlı kadının anlattığı gibi.Sokaktaki süt satıcısı çığlık atarak kaçmış ve yere dökülen sütler, kahverengi bir hal almıştı. Yek, gözlerimin içine bakıyordu ve kafasını hafifçe yana eğmişti. Sanki benim ne olduğumu anlamaya çalışırmış gibi. Ağzını açıp bir şeyler söylediğinde kulağıma tuhaf bir ses çalındı adeta. Duyamadığım bir tını, bir melodi gibiydi.
“Seni anlamıyorum.” Dedim bütün bu korkumun ve endişemin içinde.
“Hıaahh...Ğıhhh..” Tıslamalar arasında nefes almaya çalışıyordu. Bana doğru bir adım attığında ise ben de geriye doğru bir adım attım.
“Benden uzak dur.” Diye fısıldadım. O an bakışlarının değiştiğini, bütün o kadınsı güzelliğinin yok olduğunu hissettim.
“Aqilah, eğil!” Haru’nun sesi kulaklarıma dolduğunda anında eğildim ve silah sesi tüm sokağı doldurdu. Yek, tuhaf bir ses atarak yere yığıldığında abim hemen yanına gitti ve Yekin kafasına bir el daha ateş etti. Ardından bana doğru döndü.
“Hemen ateşi yak. Koş! Zamanımız yok.”Vücudumun kontrolü bende değildi. Hemen abimin dediğini yaptım ve bahçemizdeki ateşi yaktım. Odunlar tutuşurken korkuyla bana bakan annemin yanından geçerek gaz lambasını verandadan aldım ve içinde yağı ateşin üstüne döktüm. Alevler boyumu aşarken abim ve ona yardım ettiğini yeni fark ettiğim babam, Yekin parçalanmış bedenini içeriye sürükleyerek ateşe attı. Ateş onu kasıp kavururken burnuma yanan etin kokusu geldi. Ateşten uzaklaşıp kendimi toprak zemine bıraktım.
“Haru,” diye fısıldadım.
“Aqilah, sana anlatmak istemedim ama haklıydın. Dünya büyük bir savaşta ve biz kaybediyoruz.” Yutkundum.
"Ne kadar kötü bir durumdayız?”
“Batı ile haberleşemiyoruz. Bağlantımız kopalı iki yıl oldu.”
“İki yıl...” Yanan ateşi izlemekteydim. “Hep böyle konuşurlar mı bizimle?”
“Bazen. Çoğu zaman direkt öldürmek isterler bizi.”
“Hepsi kadın mı?”
“Bazısı. Bazısı çocuk, bazısı erkek.”
“Ürüyorlar mı? Yoksa onlardan yapıyorlar mı?”
“Sorun da bu. Bilmiyoruz. Sadece geliyorlar.”
Sessizlik. Birkaç dakika sonra ise bahçenin kapısına vuran komşuların sesi doldurdu kulaklarımı. Babam, neler olduğunu zaten bildiğini anladığım babam, komşulara bir şey olmadığını söyledi ve herkesi yolladı. Annem, bize yemek hazırlamak için mutfağa koştu. Abim, elinde şarap şişesiye verandaya oturdu. Ben ise oturup kaldığım toprak zemindeydim hala. “Haru, seni dinlenmen için yollamadılar değil mi? Seni asker toplaman için yolladılar.”
“Biraz dinlen Aqilah. Sonra konuşuruz.”