lee minho
zamanı, yelkovanı ve akrebi dönen basit bir çark olarak görmek mantığıma uymuyor. daha da açık konuşacak olursam zamanı herhangi somut bir olgunun arkasına saklamak istemiyorum diyebilirim aslında. benim için bu basit kelimenin anlamı somut olanından da öte bir değer taşıyor ancak dile getirebilecek gücüm ya da bilgi birikimim yok. eğer zaman gerçekten de yelkovanı ve akrebi dönen basit bir çark olmaktan ibaret kalsaydı on iki sene önce ablamla paylaştığımız odamızda bulunan kırmızı çalar saat durduğunda her şey çoktan biterdi.
zamana yüklemek istediğim anlam da tam olarak bu her şey öznesinin üzerinde kurulu aslında. zamanın durması tabiri benim kelime haznemden öyle uzun bir süre önce çıkmıştı ki, hâlâ buradayım dermişçesine birden boğazıma sarılmasıyla anlamıştım asla kadere karşı çıkamayacağımı. dumura uğramıştım gerçek anlamıyla. babamın, ardından da annemin hayata gözlerini yumması; zavallı ablamın arkalarımda bir yerlerde, bembeyaz hastane koridorunun ortasında kendinden geçecek kadar sesli bir şekilde çığlıklar atması ve etrafımızda belli başlı kişilerin bize acıyan bakışları. bunların hepsi üzerime öyle ağır gelmişti ki elini omzuma koyarak sözde teselli veren altmış yaşlarındaki doktorun mevcut ruh halime sadece küçük bir kesik daha katkısı olduğundan haberi yoktu. yüzüm buruştu hafiften.
zaman kavramına oturttuğum anlam asla hakkını veremedi. sekiz yaşındayken en sevdiğim çizgi film başladığında kimse değiştirmesin diye kumandayı saklar, genelde birkaç dakikaya kalmadan kozum yakalanır, çok geçmeden de ablam tarafından popoma bir şaplak yiyerek saçma moda programlarını izlemeye zorlanırdım. tam kırk yedi dakika sürerdi bu program, araya giren saçma reklamları da katacak olursak bir saati geçerdi. tabii o zamana kadar benim çizgi filmim de çoktan biter, umutsuzca ağlamamla kalırdım ortada. keşke zaman ilerlemeseydi de kendi çizgi filmimi izleseydim diye kaç kez düşünmüşümdür bilinmez.
on iki yaşındayken babam vefat ettiğinde de benzer bir senaryo oluşmuştu kafamda. ancak bu sefer geriye dönük olmamıştı bu isteğim. keşke babam ölmeseydi'den çok keşke babam birkaç saat sonra ölseydi düşünceleri beynimde çalkalanmıştı. o zamanki aklım için de aşırı kötü olan bu düşünce şimdiki aklım sayesinde bir tık da olsa anlaşılabiliyordu aslında. zaten ölecekti çünkü. evdeki herkes bu gerçeğin farkındaydı ama kimse dile getirmediği için halının altına süpürülmüş birkaç toz taneciği dışında bir vasfa sahip olamamıştı. yine de tüm suçun üzerime binmesi beklenilmeyecek gibi değildi işte.
şimdiki hâlime bakacak olursak eğer, yani annemin ölüm saatinin 04.59 olarak kayda geçirildiğini öğrenmiş olan hâlime, zaman kavramından ne kadar nefret ettiğimi anlayabilirsiniz. zaman durmuş gibi gelmiyordu hiç. etrafımda olan her şeyin bir o kadar ayırdında, bir o kadar da değildim. hyunjin'in beni arayarak annemin hastaneye kaldırıldığını söylediği an üzerime binen o telaş ve korkunun hepsi yok olmuş gibi. belirsizlik yüzünden saatlerdir kemirdiğim baş parmağımdan kanlar akıyor, gözlerimin altı uykusuzluktan ve ağlamaktan şişmiş, yanağımda ablamdan kalan bir tokat izi mevcut, saçlarım sürekli onları çekmemden mütevellit ormana dönmüş vaziyette fakat tüm bunlara tezat içim bomboş. belki de bir şey hissetmekten yorulmuştur kalbim, bilemeyeceğim çünkü kendisi ile pek de yakın arkadaş olduğumuzu söyleyemeyeceğim şu sıralar.
gözlerimi kırpıştırdım ağlayabilmek için ama tek bir damla gözyaşı dökülmedi, son birkaç saattir deliler gibi ağlamamın acısını en saçma anda çıkartmaya karar vermiş sanki. doktorun belli belirsiz başınız sağ olsun'unu dinledikten sonra dahi çeşmelerimi açamadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
falling (falling) 🍄
Fanfic-[minchan] chan: biliyorum dünyanın en boktan fikri bu ve hayır dersen de anlarım. kesinlikle evet demek zorunda değilsin sonuçta yüz yüze 1 kez dahi konuşmuşluğumuz yok ve aklî açıdan birkaç dakika düşündüğümüz vakit ne kadar saçma bir fikir olduğu...