Gün geçtikçe Suna'nın kendisinden uzaklaşmasını izliyordu. Bu uzaklığı hissetmeye dahi ihtiyacı yoktu, gözleriyle görebiliyordu çünkü. Önce Kaya'ya karşı yakınlığı gitmişti yavaş yavaş, sonra gülümsemeleri... Sonra gördüğünde içini ısıtan o gözlerdeki sıcaklık gitmişti, o sıcaklığı nadiren görebilseydi de... Bir süre sonra Suna'dan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Esasen Suna'da Kaya'dan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Anlayabiliyordu bunu Kaya, görebiliyordu. İlk başlarda nedenine dair bir fikri yoktu tam olarak. Hep aynı güne geri dönüp duruyordu, hep aynı ana, annesine söylediği o sözlere, baştan ve baştan ve daima sil baştan. En baştan yaşıyordu o anı, en baştan dinliyordu o sözlerini tekrarlarca kez. Ne büyük bir hata yaptığının farkındaydı. Karşısındaki kişiyi, onu, Suna'yı nasıl da derinden yaraladığını biliyordu. Elinden gelse anında değiştirirdi ama elinden gelmiyordu işte. Onun yerine yaptığı bu hatayı telafi etmeye çalıştı önce. İmkan bulduğu her şekilde Suna'nın yanında olarak, ona her şekilde destek olarak, ihtiyaç duyduğu her an elinden tutarak, ona sarılarak, onu öperek... Bir ara başarıyormuş gibi hissetmişti. Bir ara olacakmış gibi hissetmişti. Bir ara, tamam biz kazandık, diyebilecek kadar mutlu hissetmişti, Kazım Şanlı'nın yatağının başındayken, o hastane odasında... Suna nasıl da güzel bakmıştı ama Kaya'ya, nasıl da içten gülümsemişti. O an, orada bütün dünyanın hakimi gibi hissetmişti kendini Kaya. O gülümsemenin, o sıcak, ışıl ışıl bakışların devamı için bütün dünyayı yakardı, biliyordu bunu. Yakardı. Hazırdı yakmaya.
Sonra bir anda her şey eskisinden de kötü olmuştu. Çok daha kötü. Bir anda! Nasıl olduğunu anlayamamıştı bile Kaya, anlamlandıramamıştı. Nasıl bir anda alt üst olmuştu her şey? Nasıl daha dün ona sarılan, ondan destek alan, ona gülümseyen kadın bugün ondan yüz çevirmişti? Ne olmuştu? Ne yapmıştı Kaya, hatası neydi, yine neden üzmüştü Suna'yı? Londra'ya gitmeyi teklif etmesi mi rahatsız etmişti Suna'yı? Gitmezlerdi, tamam. Suna nasıl isterse öyle olurlardı. Suna isterse Kaya onu cehenneme kadar dahi takip ederdi, biliyordu. Öylesine bağlanmıştı ona, Suna'nın dünyasını öylesine kendi dünyası yapmıştı.
Sonra yavaş yavaş Suna'nın kendisine dair kaybettiği ilginin nereye odaklandığını gözlemlemeye başlamıştı. Sorun Londra'da değildi. Sorun başka birindeydi. Elinden her şeyi almış olan birinde. Doğduğu günden beri aslında Kaya'nın olan her şeyi itinayla kendinin yapmış olan birinde. Dedesini, akrabalarını, içinde büyümesi gereken bu evi, içine doğduğu o zenginliği, hatta belki o şımarık hâlleri, evin göz bebeği olmayı, kendi kaderini, Kaya'ya ait olan her şeyi, her şeyi çalmıştı. Ama bunlar yetmemişti ona. Daha fazlasını istemişti belli ki, çok daha fazlasını. Ve şimdi sıra karısına gelmişti, şimdi sıra Kaya'nın ömründe sevdiği tek kadına gelmişti. Ama başarabilirim diye düşünmüştü o ara. Bu kadar nahifti işte. Başarabilirim, onu bu defa yenebilirim. Hem, Suna öyle biri değildi, değil mi? Suna öyle bir şey yapmazdı. Yaparmış meğer... Yaparmış. Pelin'in hastanede yaşam savaşı verdiği gün anlamıştı bunu. Suna'nın gözü hiçbir şeyi görmüyordu, hiç kimseyi... Ferit'ten başka. Ağlıyordu. Ferit için. Korkuyordu. Ferit için. Tesellileri bile sadece Ferit için vardı. Peki ben ne yaşıyorum Suna, diye sormuştu o gün, orada, bahçede, Suna ve Ferit'i el ele gördükten sonra. Cevabını beklemeye gerek yoktu. Hiç düşünmemişti Suna kendisini, belliydi.
Aynı odanın içinde iki yabancıya dönüşmeye başlamışlardı yavaşça. Birbirlerini tanımayan, birbirlerini sevmeyen, birbirlerine tahammülleri olmayan mutsuz iki yabancı... Lafın gelişi böyleydi ama. İşteş bir fiil değildi bu çünkü. Karşılıklı bir durum değildi. Tanımayan, tahammülü olmayan, sevmeyen taraf Suna'ydı sadece, Kaya değil. Kaya hâlâ Suna'nın gözünün içine bakıyordu, belki geri döner diye, belki beni sever diye, belki başarabiliriz diye. İntikam ateşiyle alev alev yanarak geldiği bu yalıda küle dönen kendisi olmuştu, hiç beklemediği bir yerden.