İyi okumalar.
.
.
.
.Bir şekilde bugüne gelmiştik. Artık günleri saymayı bırakmıştım. Tek isteğim Jungkook'un iyileşmesi ve bizim bir an önce eve geri dönmemizdi. Hastane odasında çaresiz bekleyişlerimiz ve hiçbir umudun olmaması benim dayanacak gücümü tuketiyordu. Sadece aileme destek olmak için ve onların yıkılmaması için çabalamaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Bir mucize olması, Jungkook'un kurtulması için Tanrı'ya yalvarmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. İronik değil mi? Ona bu hastalığı veren de Tanrı'ydı. Hastalığı veren o olsa bile yine yalvardığımız, imdat dediğimiz de oydu. Çığlıklarımızı duyuyor muydu orası meçhul.
Kahve almak için hastanenin kantinine inmiştim. Birkaç gündür uyuyamıyordum, sanki her an gidecekmiş gibi hissettiğim için her dakika onu izliyordum.
Özellikle geceleri benim için çok zor geçiyordu. Jungkook uykusunda bile acı çekerken ben uyuyamazdım. Ağrı kesiciler bir işe yarıyor muydu bilmiyorum ama bence yaramıyordu. Acıları ve ağrıları gün geçtikçe artıyordu. İçinde ne fırtınalar koptuğunu da bilmiyordum ki. Yine de ona yardımcı olmak için her zaman buradayım. En küçük ihtiyacı bile benim için hayat memat meselesi hâline geliyordu.
Kendimi her türlü sona hazırlamaya çalışıyordum çünkü artık sona yaklaştığımızı hissediyordum. Ya gidecektik ya da gidecekti. Seçeneğimiz çok yoktu.
Nasıl hazırlayacağım kısmından henüz tam emin değildim. Yapamazdım ki. İnsan her hazırım dediğinde bir adım daha geriye gidiyor.
Minseo da her gün babasını ziyaret etmek için okuldan çıktığı gibi geliyor, soluğunu hastanede alıyordu. Küçük çantasıyla hastanede koşturması çok tatlıydı.
Jungkook'a bu süreçte en çok yardım eden kesinlikle Minseo'ydu. Çocuk cıvıltısı ve neşesi onun etrafını çevrelediğinde kendini daha dinç hissediyor ve mutlu oluyordu. Onu böyle görmek her şeye bedeldi.
Kahvemi aldıktan sonra odaya geri çıktım ve uyuyan Jungkook'un yanına oturdum. Kahveyi masanın üzerine bırakıp saçlarını okşamaya başladım.
Kemoterapi yüzünden ipek saçları giderek seyrekleşiyordu. Ama hâlâ o kadar güzeldi ki.
Ben Jungkook'u hiçbir zaman çirkin bulmadım, bulamazdım. Onun gibi nadide bir çiçeği nasıl çirkin bulabilirdim? Saçları dökülmüş ve zayıf kalmış olabilirdi ama o benim gülümdü.
Kendisini güzel bulmadığı için benim de onunla aynı düşündüğümü sanıyordu ve birçok kez bu yüzden onu ikna etmeye çalışmıştım. Kaç kez güzel göründüğünü ve onu hâlâ ilk günkü gibi sevdiğimi anlatmıştım ama ne kadarı ona ulaştı bilemiyorum.
Onu en çok üzen şeyin de bu olduğunu düşünüyordum. Benim onu bırakıp gideceğimden korkuyordu ve kendini çirkin olarak görmesini de bunun sebebi olaracak sanıyordu.
Ben saçlarını okşarken gözlerini aralayıp esnedi ve esnerken ağzını kapattı. Bana bakıp elimi tutarak parmaklarımızı birleştirdi.
"Günaydın güzeller güzeli sevgilim."
Gülümseyip dudaklarına bir öpücük kondurdum. Ben saçlarını okşamaya devam ederken doğruldu ve başını omzuma yasladı.
"Jungkook sen, sana neden beyaz gülüm dediğimi biliyor musun?"
Başını kaldırıp bana baktı ve başını iki yana salladı.
"Neden?"
"Hemen anlatayım, Yunan mitolojisine göre, Afrodit deniz köpüğünden doğduğunda, bu köpük beyaz bir gül şeklini almış. Beyaz gülün saflığı ve masumiyeti temsil ettiğine dair inanış da buradan gelirmiş. O yüzden saf ve masum olduğunu için sana beyaz gülüm diyorum.