2. YALAN ÇIĞLIKLARI

60 30 337
                                    

2. YALAN ÇIĞLIKLARI

Kalbini acıtan şeyin kendine bile ifade edemediğin şeyler olduğunu anladığında elindeki anahtar önündeki kapının deliğine uymuyor.

Zihnini saran yılanları yuttuğunda zehirlenebilirsin ama tersi sözlerin tesiridir. Bir söz, yılandan daha çok yaralar.

Bazı insanlar sadece ayırır, birleştirmez. Tıpkı yapboz gibi.

Hayata gelmek isteyip istemediğini sana sormazlar ya da ailenin kim olmasını isteyeceğini de. Sen yalnızca var olursun ve bundan sonrası senin hayatındır. Fırtınalı bir gecede ıslak kaldırıma düştüğünde sadece dizlerin değil göğsün de yaralanır. Bazı anlar vardır, anlarsın. Anlarsın sadece. O an ''bundan önce ne yapıyormuşum'' dersin.

Kendini parmaklıklar ardından çıkartmalısındır çünkü kimse konfor alanında güçlü kalmayı öğrenemez. Anlamak için dışarıya bakman ya da buna itilmen gerekir.

İnsan psikolojisi gerçekten çocukluğuna bağlıymış. Yetişkinliğinde sergilediği davranışlar derinlerine inildiğinde bir bir göz önündeymiş işte.

Kız çocuklarını en çok babaları yaralıyormuş mesela ya da dışarıdaki etkilendiği hareketlere babasından görmediği için kanıyormuş.

Bir defa canı yanan çocuk mutluluğu ararken kendini kaybedebiliyormuş. Kalbini sıkan bir avuç varken nefes alamıyormuş da yaşıyorum diyormuş, baksana hala oksijen ciğerlerime iniyor. Buna yaşamak denmiyor mu?

''Hanımefendi, kapatıyoruz. Hanımefendi?'' Omuzuna dokunan eli hissettiğinde yerinden sıçradı. Sandalyeden düşmek üzereyken gözlerini kırpıştırarak karşısındaki yabancının kim olduğuna bakıyordu Füsun. Ani bir baş ağrısı ile elini alnına dayadı ve kendi kendine söylendi. Of, bu ne yorgunluktur birayla sızmışım ben. ''Kapatmamız gerekiyor.'' Elini alnından çekerek karşısındaki tuhaf tipli adama odaklandı.

''Çıkıyorum sakin!'' dedi azarlar bir tavırla, ceketini üzerine giydi ve çantasını alıp mekânı yalpalayarak terk etti. Çalışanlardan ve kendisinden başkası kalmamıştı. Sarhoşluğun etkisi değil yorgunluğun bitkinliğiydi. Muhtemelen tansiyonu aşağılarda yüzüyordu. Bir dakika, diye mırıldanıp duraksadı. Bir şeyler hatırlıyordu. Yanına gelen kadını, korkunç itirafını. Nasıl bir bilinçaltıydı ama. Kadına ne kadar takılmışım. Sanırım bir psikolog randevusuna ihtiyacım var. diye söylendi.

Dışarıya adım attığında soğuk hava sertçe yüzüne çarptı. Kaşlarını çatarak ceketinin önünü kapattı. Adımlarını sallanan bir ritimle atıyordu, gecenin sessizliğinde kendi düşüncelerine daldı. Bir yandan adliyedeki kritik davalardan, bir yandan da içsel savaşlarından kaçmaya çalışıyordu.

Eve vardığında yolda sipariş ettiği yemek siparişini kapının kulpunda buldu, kargocuya not düşmüştü. İyi bir duş alıp temiz ev kıyafetlerini giyindi. Mutfak masasına oturduğunda alnının ağrıdan sızım sızım sızladığını fark etti, kaşları çatıldı. Kafasını kaldırdığında tabloyu gördü. Çalışırken kullandığı tabloyu.

Tabloyu Sezen Zeydan'ın cesedinin bulunduğu günün ertesinde asmıştı. Soruşturma geliştikçe haritayı sayısı durmadan artan mavi raptiyelerle süslemişti. Her raptiye kurbanla ilgili bir bilgiyi temsil ediyordu. Evini, ailesini, küçük bir kız oluşunu, belki asosyalliğini, vahşice katledilişini, kanları, otopsiyi. Akrabalarının oturduğu evleri, her gün yolunun nerelere düştüğünü. Kısacası, avın yaşam alanını. Günlük faaliyetlerinin birinde, her insanın yolu onunla kesişmiş olmalıydı. Nerelere gittiğimiz, neleri bildiğimize bağlıdır; neler bildiğimiz de nereye gittiğimize. Peki katil nereye gitti, diye düşündü Füsun. Onun dünyası nelerden oluşuyor? Soğan halkası ve küçük tavuk parçalarından oluşan, yanında bir şişe birayla yediği sağlıksız yemeğini bitirirken, haritaya gözlerini iyice kısarak odaklandı. Davlumbazın yanındaki duvara tutturduğundan her sabah kahvesini içerken, her akşam yemeğini, tabii eğer yemek saatinde eve gelmeyi başarmışsa, yerken, bakışlarının karşı konulmaz bir biçimde mavi raptiyelerin üzerinde dolaştığını fark ediyordu. Başka kadınlar mutfak duvarlarına çiçek posterleri, kitap afişleri asarken o oturmuş bir cinayet için oluşturduğu haritaya bakıyor, ölenlerin hareketlerini izlemeye çalışıyordu. İşte bütün hayatı bundan ibaretti; yemek, uyumak ve çalışmaktan. Bu daireye taşınalı yaklaşık üç yıl olmuştu, ama duvarlarda hâlâ pek az süs vardı. Ne bir bitki, kim sulayacak vakit bulacak ki?, diye söylendi. Ne aptalca ıvır zıvır, hatta ne de perde. Pencerelerde sadece jaluzi vardı. Hayatı gibi, evini de işine göre ayarlamıştı, işini seviyor, işi için yaşıyordu. Meslek Günü'nde bir kadın savcının okulunu ziyaret etmesinden bu yana, ta on dört yaşından beri savcı olmayı istemişti. Sınıf önce bir polis ile astronotu, ardından da bir fırıncı ile bir marangozu dinlemiş, çocukların uğultusu, kıpırtısı giderek yükselmişti. Sıralar arasında odun parçaları, su tabancaları dönüp durmaktaydı. Kadın savcı tüm şıklığıyla ayağa kalkmış, bütün sınıf birden susmuştu. Kadının uzunca, siyah bir kabanı vardı; siyah kalem eteği ve onun içine doğru attığı beyaz çizgili gömleği. Füsun bunu asla unutmadı. Oğlanların bile bir kadına nasıl hayranlıkla baktıklarını unutmadı. Şimdi o kadın savcının yerine kendi geçmiş, on dört yaşındaki oğlanların hayranlığını kazanmayı başarmıştı, ama yetişkin erkeklerin saygısını bir türlü kazanamıyordu. Özellikle birinin, Pars. En iyisini ol, stratejisi buydu işte. Onlardan fazla çalış, onlardan fazla parla, işte onun için burada, yemek sırasında bile işi düşünüyordu. Cinayet ve soğan halkaları. Birasından koca bir yudum aldıktan sonra arkasına yaslanıp haritaya baktı. Ölülerin insani coğrafyasına bakmanın, hayatlarını nerede yaşadıklarının, nerelerin onlar için önemli olduğunu incelemenin tüyleri diken diken edici bir tarafı vardı. Dünkü konuşma sırasında Dedektif Pars, ortaya bir sürü görüş atıvermişti. Caniliğin düğümleri. Hedef arkası perdeleri. Neye baktığını ve gördüğünü nasıl yorumlayacağını öğrenmek için Pars'ın parlak cümlelerine ya da bir bilgisayar programına ihtiyacı yoktu. Haritaya bakarak, av kaynayan bir savan düşledi. Mavi raptiyeler küçük bir ceylanın kişisel dünyasını belirtiyordu. Ah, küçük bir ceylan mı? Bu pano her ay ve hafta bambaşka kurbanların izlerinden bir yaşam oluşturuyor, diye düşündü. Nida Emirel'in, Karşıyaka ile Alsancak arasındaydı. Duha Eymel'inkiyse Buca. Duru Soysal, Şirince. Rana Çolak, Urla. Sezen Zeydan'a gelince, onun dünyası Bornova banliyösündeydi. Birbirleriyle kesişmeyen, göze batmayan beş yaşam alanı. Kente katilin gözleriyle bakmaya çalıştı. Gökdelenlerden kanyonlar gördü. Biçilmiş otlaklar gibi yeşil parklar, masmavi denizler. Avların onları gözetleyen avcıdan habersiz gezindikleri patikalar. Hem yakınken, hem de birbirinden uzak mesafelerde öldürmüş, gezgin bir yırtıcıdan habersiz.

MAVİNİN RESİTALİ (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin