0.1 / GÜN DOĞUMU

89 26 49
                                    

Bölüm müziği: Son feci bisiklet- 6patlar 🩰

Anahtarı çevirdim, kapıyı içeri doğru ittim

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Anahtarı çevirdim, kapıyı içeri doğru ittim. Bir robot misali attığım adımlarla etrafı süzdüm. Eski, büyük ve bir o kadar lüks olan evi. Burası tüm hayatımı geçirdiğim yerdi. Her yerine ayak bastığım yer...

Tüm ruhsuzluğumla etrafa baktım. Ev sakinleri henüz evin yolunu bulamamıştı anlaşılan. Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Karanlık evin ışıklarını yaktım. Ardından topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Amerikan tarzı mutfağa doğru ilerlerken, arkamdan bir ses yükseldi.

"Yolunu onların tarafından çizmek istiyorsan, benim torunum olduğunu dillendirmeyi aklından geçirme."

Adımlarım duraksadı. Bu herife yakalanmamak için, topuklu ayakkabılarımı bile çıkarmıştım oysaki. Sizi dedemle tanıştırayım. Ona cevap verecek gibi, ağzımı açıp geri kapatmıştım. Sırtımı dönmeye cesaretim yoktu.

Madem cesaretim yok size outfit'imi anlatayım. Öncelikle pembe bir mini elbise giymiştim. Elimde minik bir beyaz çanta ve üzerinde beyaz çiçekler bulunan topuklu ayakkabılarımı tutuyordum. Oldukça güzel görünüyordum. Saatler önce içtiğim şeylerden, kafamda güzeldi.

Olduğum yerde hafif hafif sendelerken, dedem yine konuştu. Tabi bu sefer yerimden sıçrayarak arkamı döndüm.

"Açelya, sana bir şey söyledim. Son zamanlarda yaptığın sorumsuzluklarla evdekileri geçtin."

Kafamı önüme eğip ruhsuz bir şekilde cevapladım.

"Özür dilerim."

Kafamın içinde yaşayan iki kız vardı. Birincisi şu an özür dilememi sağlayan Açelya, ikincisi ise ne yaptığını bilmeyen Açelya Yelkıran.

Kafamı kaldırıp dedemin yüzüne baktım ve gördüğüm şeyle geriye doğru sendeledim.

Hayal kırıklığı...

Bana odama çıkmamı ve daha sonra konuşacağımızı söyledi. Uzun merdivenleri tırmanırken hiç olmadığı kadar zorlanmıştım. Hayatım boyunca hep dedemin büyüttüğü Açelya olacağımı sanmıştım. Tüm bu insanlar arasında farklı olduğuma bir o inanmıştı. Ben babam, annem ve kardeşlerim gibi olmayacaktım. Hayal kırıklığı olmayacaktım.

Doğduğum gün elimde altın bir kaşıkla doğmuştum. Zenginlik. Herkesin sahip olmak istediği hayatı yaşamıştım hep. Annem ile babam çıkarları uğruna evlenmişti. Her fırsatta birbirlerine ihanet ederlerdi. Babam kötü olarak adlandırılan her işte yer almıştı. Annem ise parayı partilerde harcardı. Her cumartesi bu koca evde yapılan partiler bunun bir kısmıydı . Abimden bahsetmiyordum bile parasını her kıza kaptırırdı. Güzel bir kız gördüğünde ondan hevesini alana kadar ona her şeyini bağışlardı, ardından bir sonraki kıza. Ablam ise onun kız versiyonuydu sanki. Dedem ise tüm gün şirkette olurdu. Babamın yönetemediği şirkette.

Bu insanlar arasında bana güvenmişti. Ben yönetirdim, ben aptal değildim. Kardeşlerim kendi kendine büyüdüğü için böyleydi belki ama beni dedem büyütmüştü. Bugün onu ilk defa hayal kırıklığına uğratmamıştım. Son birkaç aydır defalarca uğratmıştım. Kendi sebeplerim mazeretlerim vardı elbet.

Belki kimse fark etmemişti ama herkes tüm yükü üzerime atmıştı. Altından kalkmadığım bir şeyi yapmak istemiyordum. On yaşımdan beri bale yapardım. Balerin olmak isterdim. Nasıl bir şirket yönetebilirdim. Bilmiyordum.

Koridorun sonundaki odama girip kapıyı kapattım. Kapının yanına yığılırcasına düştüm. Düşüncelerimin yerini, hıçkırıklarım buldu. Belki de şımarık bir kızdım. İsteklerim saçmaydı.

Olduğum insan değil, olmam gereken insan olmalıydım.

Topuklu ayakkabılarımı karşıya doğru fırlattım. Yaralı ayaklarıma hiç yakışmamıştı. Üzerimdeki kıyafeti çıkarıp, iç çamaşırlarımla kaldığımda banyoya doğru ilerledim. Soyunup, soğuk suyla dolu küvete kendimi atmıştım. Yaralarımın hepsi o anda eş zamanlı bir şekilde yanmıştı. Yüzümü buruşturdum. Ne yapacağımı düşünerek, saatlerce soğuk suyun altında kendime işkence etmiştim.

Küvetten çıkıp, banyomun aynasında kendime baktım. Rimeli akmış, dalgalı kumral saçları dağılmış kıza baktım. Ne kadar baktım bilmiyorum ama bakmayı kesebildiğimde banyoyu terk etmiştim. Aydınlanmış havayla gündüz olduğunu yeni anlıyordum. Buruşmuş parmaklarım suyun altında ne kadar kaldığımı belli ediyordu. Üzerime sabahlığımı geçirip, büyük evin bahçesinden dışarı baktım. Yeni yeni sarhoşluğun verdiği etkiler geçiyordu.

Bir süre balkonda, hiçbir şey düşünmeden dışarı baktıktan sonra banyoya tekrar girip bu sefer sıcak bir duş aldım. Çıktığımda saat sabahın yedisiydi.

Üzerimi giyinip ağır bir makyaj yaptıktan sonra bikinimi giyip, sahile doğru yürüdüm. Sahil uzak değildi tabiki. Bu zengin insanlar sahilin hemen dibine evlerini kurmuştu. Zaman zaman tatildeymiş gibi hissettirirdi.

Ayaklarım kum tanelerine değdiğinde tekrar yaşadığımı hissetmiştim. Etrafa baktığımda kimseyi görmemiştim. Bunun mutluluğuyla şezlonglardan birine bakmadan oturdum.

Birinin üzerine oturduğum hissiyle, dikene oturmuş gibi doğrulup küfürler savurmaya başladım. Arkamı dönüp baktığımda ise gözümün nuruyla karşılaştım.

Yeni karakter kilidi açıldı. Karşınızda Oğuz Kankılıç. Kendileri bu dünyada en çok nefret ettiğim insanlar sıralamasında birinci olarak yer almakta.

Sanki onu öldürmüşüm gibi yeşil gözlerini üzerime dikti. Alt tarafı üzerine oturdum yani ne abarttın. Çok geçmeden sesini duydum. Mükemmel bir sabahta mükemmel bir adamın sesini duymak gibisi yok.

"Bu güzel sabahta prenses hazretlerinin üzerime oturmasını neye borçluyum?."

Beni öldürecek gibi çıkan sesine tabiki karşılık vermedim. Onun yerine arkamı dönüp uzaklaşmaya başladım. Bu sefer kum taneleri bilerek ayağımdaki yaralara doluyordu ve garip bir acı veriyordu.

Arkamda hissettiğim varlık ise, her seferinde bana acı vermek için doğmuştu sanki. Onun olduğu yerde acı vardı. Etrafı kanla çevriliydi, işte tam bu yüzden ona acıyordum.

Ancak şu an üzerine oturup kaçmam daha mantıksız gelmiş olacak ki, hızla arkamı döndüm. Sandığımdan daha çok yakınımdaydı. Tökezledim.

Koyu kahvelerimi onun yeşillerine diktim. Ardından konuştum.

"Üf be iyiki üzerine oturduk, sende her haltı yanlış anla dimi?."

Yüzünde hiç görmediğim bir ifade vardı. Onu tanıdığım kadar tanımadığımı biliyordum. Sesi kulaklarımda dolaştı. Elleri ise kolumu kavradı. Hiç beklemediğim bir soru sordu.

"İyi misin?."

Afalladım. İlk defa karşısında yüz ifademi düşürdüm. Ardından gözleri sırayla kendimde açtığım morlukları, ellerimdeki kesikleri, ayağımdaki yaraları buldu. Neden bu alakasız soruyu sorduğunu şu an anlamıştım. Kısık bir sesle cevapladım.

"Hiç olmadığı kadar."

Zayıflığımı kimse görmemeliydi. En çokta onun görmesini istemiyordum.
Kolumu kavramış büyük ellerinden kurtuldum ve hızla uzaklaştım. Bu saçmalıkta neyin nesiydi. O kadar insan arasında, ona yakalanmak zorunda mıydım?. Tanrı dünyaya yaralarımı deşsin diye mi onu yollamıştı.

Siyah inciHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin