charles's pov ;
öğle vakitleri.
mekanın çatısına çarpan yağmur damlalarının sesi kulağıma çalınırken menüye göz atıyorum.
bir gözüm saatte.
çünkü max hala ortada yok.
kendi çağırdığı buluşmaya geç geliyor olması öyle sinirimi bozuyor ki ne içeceğime bile karar veremiyorum.
öyle çok sinirliyim.ama bir işe de yaramıyor bu, çünkü tam on beş dakika boyunca tek başıma orada, onu beklemek zorunda kalıyorum.
ikinci kahvemi söylediğimde artık geleceğine dair bir umudum da yok. sadece kendi kendime takılıyorum. hatta çantamdan tabletimi çıkarıp işle ilgili dosyaları düzenlemeye başlıyorum.
fakat kalbim yine de hızlı hızlı çarpıyor bu esnada. her ne kadar düşünmemeye çalışsam da öfkeme hakim olamıyorum. beni binbir ısrarla, yalvararak buraya çağırıp sonrasında dakikalarca bekletmesi eski zamanları hatırlatıyor.
günlerdir sergilediği davranışlar kafamda bir 'acaba' bırakırken yine hepsini yerle bir ediyor düşüncelerimin.
değiştiğini düşünmek imkansız.
her zaman umursamaz, başına buyruk ve bencil olmaya devam edecek.
kimseye kendisinden daha fazla değer vermeyen narsist bir piç gibi yaşamaya mahkum.
asla fazlası olamayacak.
tam o sıra düşüncelerimi bıçak gibi kesen bi' el sırtıma dokunuyor ve bi' anda o'nun dudaklarını sol yanağımda hissediyorum.
küçük bi' öpücük veriyor bana.
"özür dilerim, geç kaldım biraz."
elim yanağıma gidiyor ve öptüğü noktanın üzerini tutuyorum.
o kadar tuhaf ki..
sadece bakmakla yetiniyorum ve sebepsizce aniden sesim içime kaçmış gibi davranıyorum. az önce içimden geçirdiğim bütün düşünceler susuyor. o kadar çabuk kandırılıyorum ki..
"ben de kahve söyleyeyim kendime. bekle bir saniye."
garsona sesleniyor ve bir kahve sipariş ediyor kendine. sonrasında da masaya doğru eğilip bana bakıyor. nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemiyorum.
geç kalması konusu hala aklımda ama bunu ona hissettirmeli miyim yoksa hiç takılmamış gibi mi davranmalıyım emin olamıyorum.
"trafik vardı. o yüzden geciktim."
aniden açıklama yaptığında daha da şaşırıyorum. neye sinirlendiğimi anlamış olması o kadar beklenmedik ki..
"sorun değil."
umursamamışım gibi davranmanın en iyisi olduğuna karar veriyorum ve ona konuşmak istediği konunun bahsini açıyorum.
"konuşmak istediğin neyse konuşalım hemen. burada olmak, böyle, rahatsız hissettiriyor."
düşüncelerimi açıkça dile getirdiğimde sebebini anlamadığım bir şekilde gülümsüyor.
gülümsediğinde gözlerinin yok olmasına bayılıyorum.
"merak etme. oldukça tenha bir yerdeyiz. tanıyan çıkmaz." diyor.
başımı iki yana sallıyorum. dert ettiğim şey bu değil çünkü.
"sorun bu değil. sadece aldatan partner konumundaymışım gibi hissettiriyor. kaçak göçek buluşmalar falan. anlıyorsun."
başını sağ eline yaslıyor ve sırıtarak:
"hayır, anlamıyorum." diyor, 'hayır'ın r'lerini uzatarak.