Dolunay on gün önceydi. Astrologlara göre on üçüncü günün doğumunda bazı insanların hayatları sonsuza dek değişecek, tüm gerçekler açığa çıkacaktı. Normalde bu tarz söylemlere inanmazdı fakat denilenler günlerdir aklında köşe kapmaca oynuyordu. Neden 31 Ekim'di, sıradan bir tarih değil miydi?
İskemleden kalktı, annesinin tütsü için ayırdığı bitkilerin yanına gitti. Üç düzine kadar kuru lavanta alıp onları annesinin istediği gibi kalın bir iple sardı. Annesi her zaman ona bir miras bırakacağından, bunun için de kendisine yardım etmesi gerektiğinden bahsederdi. Vaktin geldiğini hissediyordu.
Son zamanlarda her şey garipleşmişti. Yeni bir yüzyıla girmelerine iki ay kalmıştı. Koskoca yirminci yüzyıl, 1900'lü yıllar. Düşündükçe kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Annesinin onu doğurduğu yaştaydı, yirmi yaşında. 1800'ler onun için toz kokulu sandıktan farksızdı. Yirminci yüzyılı heyecanla bekliyordu. Yeni yüzyıl, yeni hayaller. Garipliklerin bu geçişten ötürü olduğunu düşünüyordu. Bunun dışında hiç mantıklı açıklaması yoktu.
Kurumuş lavantaları elinde evirip çevirdikten sonra mutfaktaki balkonun kapısından geçti. Üç defa anne diye seslendi, ses yoktu. Annesinin her zaman kilitli tuttuğu odaya yöneldi. İçinden bir ses annesinin orada olduğunu söylüyordu. Mutfağın sağ çaprazında, koridorun karşısındaydı burası. Yavaşça kapıyı itti, açıldı. Kapı duvara çarpmadan kulpundan yakaladı. Evin en küçük odasıydı. Annesinin sırtı kapıya dönüktü. İnce dikdörtgen bir masada ne olduğunu anlamlandıramadığı bir şeyler yapıyordu. Masada sonbaharı anımsatan mumlar vardı. İçerisi hafif dumanlıydı, yanmış adaçayı kokuyordu. Annesi sıkça adaçayı yakardı, bunu anımsadı. Evi daha huzurlu, daha dingin yaptığını söylerdi.
Yavaşça kapıyı kapatmak istedi, kapı gıcırdadı. Annesi ani bir şekilde arkasını döndü. Hüsnü yutkunup birkaç adım geri çekildi. Bu annesiyle ilk defa olan bir durum değildi. Daha önce de annesi defalarca benzer şekilde tepki vermişti. Her zaman bu durum onu korkutmuştu. Babası o daha küçücük bir çocukken onları terk etmişti bu da annesini daha dengesiz biri yapmıştı. Annesinin vereceği tepkiyi kestiremediğinden korkardı hep.
"Kapısız köyden mi geldin!"
Bu sert çıkış Hüsnü'nün birkaç adım daha gerileyip sırtını soğuk duvara sıkıca dayamasına sebep olmuştu. Gözleri fal taşı gibi açılmış, tir tir titriyordu. Biricik oğlunun gözlerindeki tanıdık korkuyu görünce kendisine içerlemişti Meryeme. Yirmi yaşında koskoca adam olan oğlu annesinin korkusuna duvara yapışmıştı. Buruk, içten olmayan bir sesle özür diledi. Tekrar arkasını dönüp hali hazırda yapmakta olduğu işini bitirip oğlunun yanına geldi, tekrar özür diledi. Bu sefer daha içtendi. Hüsnü gülümsedi, annesine sarıldı, ağladılar. Meryeme yavaşça kendini geri çekti. Artık zamanı gelmişti. Aslında çok önceden hepsini oğluna, tek varisine anlatması gerekirdi. Fakat yapamadı. Eşi de bu yüzden terk edip gitmişti onu, bir cadı olduğu için. Bu gerçeği öğrendiğinde korkudan, sinirden delirerek gitmişti. Oğlu henüz beş yaşındaydı gittiğinde, sokakta oyun oynuyordu. Ona bir hoşça kal dahi dememişti. Ardından tüm eşyalarını toplayıp köyden şehre, Yanya'ya gitmişti oğluyla. Köylüler cadı olduğunu duyarsa oğlu zarar görürdü çünkü. Çok da uzaklaşamamıştı köyünden, içi el vermemişti. Şimdi Yanya'yı da terk etmeliydi. Oğluna her şeyi anlattı. Ne zamandır cadı olduğunu, bu yüzden babasının onları terk ettiğini, onların da köylerinden şehre göç etmek zorunda kaldığından.
Hüsnü ne hissedeceğinden, ne düşüneceğinden emin olamıyordu. Hiçbir zaman bu tarz şeylere inanmamış, her zaman bilimi savunmuştu. Şimdiyse inanmadığı her şeyin ortasındaydı. Koskoca on beş yıl sonra annesi de onu terk ediyordu. Birlikte gidebilirlerdi hâlbuki. Annesi onu niye onu istemiyordu? Bırakacağı miras bu muydu, asla inanmadığı bir avuç şey.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sonsuz Ayrılış
FantasyBabasının onları neden terk ettiğini öğrenen Hüsnü'yü annesi de bırakmıştır. Aile sırrını korumak için yaptığı şeylerden ötürü ülke değiştirmek zorunda kalan Hüsnü'yü geçmişi bırakacak mı?