"Hayallerinin bir sınırı olmalı, Dora. Böyle hastalıklı yaşamaya devam edemezsin. Ya kendine ciddi ölçüde zarar verirsen?" Elindeki pamukla burnuma pansuman yapıyor, ama boşa çabalıyordu. Başımı geriye atmamı istediğinde sorgulamadan kafamı geriye attım ve burnumun içini temizlemeye başladı. Biraz gıdıklıyordu.
"Bunların... hayal olmadığını biliyorsun, Glenn. Kendin gördün."
"Evet ama..." dudaklarını dişlemeye başlayıp gerginlikle saçlarını geriye attı. "Şu saçlarını bağlasan falan olmaz mı? bana engel oluyor da."
"Olmaz. Böyle devam et." Tıkanık burnumla konuşmam pek anlaşılmasa da deniyordum. Glenn yeşil gözlerini kaçırıp boğazını temizledi. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı ama anında geri kapatıp başımı iki yana salladı.
"Araştırdığın alfabe... hangi dilin? Hangi krallığa ait?" Başımı geriye iyice yaslamıştım. Gözlerimi ondan alamıyordum.
"Bu kadar kan kaybetmen normal mi? Yani diyorum ki şu haline bak kıyafetinin yarısı kanla kaplı. Kendine nasıl dikkat etmezsin? Ya Leuona'ya kafa tutman? Theodora Arsteria, ben sana bir şey öğretemeyecek miyim?"
O bir şeyler yaşamak üzere olduğumuz gece aklıma geldiğinde aniden ayağa kalkıp sert bakışlarımı ona çevirdim. "Sen..." sinirden nefes alamayarak bir şeyler söylemeye çalıştım ama başaramadım. Ellerini iki yana kaldırıp o da ayaklandı.
"Dora! Ne diyorsun..."
"Sen!" Dudaklarımı yalayıp başımı salladım. "Seni istemiyorum! Neden geldin ki? Neden hayatıma girdin!" Sinirle dudaklarımdan dökülen kelimlerin çok sonra beni pişman edeceğini bilmeme rağmen susmak istemiyordum. Gerçek hislerimi ya da gerçek sandığım hisleri ona tercüme etmem gerekiyordu. Bunu kalbimin en derininde bir yerde kesinlikle hissediyordum.
"Sessiz olur musun? Muhafızlar duyacak!" Bana doğru eğilip bir parmağını dudağına götürdü ama onu göğsünden ittirip arkamı döndüm. "Geldiğin cehenneme gitsene sen! Sahiden..." söylemek istediğim şeyleri beynim sürekli geri itiyordu bu yüzden hiçbir şey söylemeden yanından koşarak çıktım. Peşimden gelmedi.
Gelmesini istemiştim.
Sonraki üç saat boyunca yatağımda uzandığımı hatırlıyorum. Merak yok. Kalp kırıklığı yok. Sadece boşluk, anılar ve ben. Bitkilerin ve çiçeklerin kitapları. Gizli gizli onları alıp okumam. Her sayfada olan bitkinin örnek tohumu. Bir gün onları sarayın bahçesinde yetiştirebileceğim fikri.
İmkansızlık.
Cinayet.
Yalnızlık.
Ve peşimden bile gelmeyen kurnaz, sarışın bir tilki. Aslında, bana değer vermediğini düşünmeye başlamıştım. Beni kullanıyor, hatta muhtemelen söylediği her şey de yalan. Buraya gerçekten ticaret için gelmiş, soylu ama damarlarında pis bir kan akan, sesi tipindeki güzelliği de yansıtan herhangi bir prens. Bir karakteri, bir bütünlüğü yok, belki de geri döndüğünde nişanlanacak. Belki zaten nişanlı. Ya da evlenmiş, çocuk bekleyen bir adam. Yetişkin. Ondan her şey olabilir. Bir muhafız, bir koca, bir kral, bir ortak. Ama ondan bir yoldaş olmaz. Çünkü beni buraya getirdiği günden beri bunu hissediyorum. Çünkü o hainlerle sahte olsa da anlaşma yapan bir alçak. O bir planlayıcı. O bir yalancı. Onun için olan hislerimden yararlanan, kalbi olmayan, belki kalp kırmayı seven bir köpek leşi. O kim ki? Gerçekten bir prens mi? Gerçekten annesine inat olsun diye kendini kesen mi? Theo'yu gerçekten tanıyan birisi mi? Kim bu çocuk? Neden o fırtınalı günde buzlu gölette karşıma çıktı? Neden yaralarını sarmama izin verdi? Neden yaralarımı sardı?