uzaktan sevmek nasıl da acıtıyordu canını insanın, uzaktan bakarken ona onun bir başkasını sevişine şahitlik etmek.
uğruna ülkeler ve takımlar değiştirmek ancak yine de sevdasından kurtulamamak.
tam olarak buydu durumum, ne bir çare vardı derdime ne de bir panzehir. yavaş yavaş kendi kanında boğulan bir hasta gibiydim. Üzüntüm bedenime tekrardan nüksetmeden kamp alanındaki odamdan çıkıp takımın kalanının yanına restoran bölümüne inmek için hareketlenmiştim.
Hava durumuna bakmak huyum olmadığından ve odamın katran karası perdelerini açmakla da uğraşmak istemediğim için kafama nasıl eserse öyle giyinirdim. Perdeleri açarsam içime umut dolacağından korkardım zira. Gün ışığı olur da ruhumdan içeri girerse küçüklükten aşık olduğum sarıyı tekrar kalbime düşürürde heveslerim tekrardan yeşerir diye korkuyordum.
oysa iyi bilirdim sevdamın dünya üzerinde hiçbir zaman diliminde karşılık bulamayacağını. kendimi kendi siyahlığıma hapsetmiş, küçüklükte gönlümü verdiğim renklere çoktan küsmüştüm.
...
ne iştahım vardı ne de yemek yiyesim, dün gece bir bıçak gibi kesip duruyordu göğsümü. "neyin var?" diye sormuştu semih yanıma gelip tabağına bifteklerden koyarken. hafifçe tebessüm edip bir şeyim yok dercesine omzumu silktim. aramızdaki tuhaf hava semih'in kaşlarını çatıp bir bana bir de boş tabağıma bakmasıyla devam etmiş ardından iç çekip eline aldığı servis aletiyle benim tabağıma da bıraktığı etlerle son bulmuştu. "Yarın maç var, zinde olmalısın" birkaç ay farkla benden küçük olmasına rağmen yaptığı abilik içimi sımsıcak bir hale getiriyordu. yine de kendi dertleri ona yeterken bir de benimle uğraşmasını hiç istemiyordum.
"gel hadi oturalım bizimkilerin yanına dışarıdaki masadalar"
sera abla da onlarla mı, diye sordum ağzımın ucuyla. başıyla onayladı beni yine de 'neden' diye sormadı. ayaklarım geri geri gidiyordu lakin kaçış yolum yoktu. abilerimin olduğu masaya vardığımızda kısaca çevreme bakındım. herkes kendi halinde bir yandan sohbet ediyor bir yandan da yemeklerini yiyorlardı. gözlerim ona takıldı hemen sonra, bir kolunu sera ablanın omzuna atmış onun saçlarıyla oynayan erenay'a. göz göze geldiğimizde genişçe gülümsemiş diğer yanında benim için ayırdığı yeri tek eliyle pat patlayarak oturmamı işaret etmişti.
hafifçe yanımdaki semih'in omzuna dokunmuş ve onun yanına ilerlemiştim. kalp atışlarımın hızlanmasının önüne geçememek suçlu hissettiriyordu. bir kadına gönül vermiş bir adama aşkla bağlı bir oğlan olmak ihanet etmek gibiydi hele ki bu adam oğlanı küçük kardeşi gibi görüyorken.
sandalyemi benim için çekmiş ve oturana dek gözlerini üzerimden ayırmamıştı, gözleri daima benim üzerimde olurdu onun. daima bakar ama göremezdi işte. tabağıma düşen bakışları kaşlarını çatarak kendi tabağına aldığı her çeşit yemeğin çoğundan fazlasını benim tabağıma koyması ve "çocuk musun da iki parça etle geliyorsun masaya arda" diye söylenmesiyle son bulmuştu.
tabağımdaki çeşitlilikle iç geçirmiş ve tam da dediği şekilde bir çocuk gibi mızmızlanmışım. üzgünken iştahım olmazdı ve bunu da en iyi erenay bilirdi. "aç değilim" neyi var altın oğlanımın, diye fısıldadı saçlarımı geriye doğru tararken. "abi yemek istemiyorum ben" onaylamazca kafasını iki yana salladı tüm masada dönen muhabbetten öte sanki dünyada sadece birbirimiz varmışız gibi davranıyordu. hoş, benim için öyleydi zaten. o benim tüm dünyamdı.
tabağımdaki biftekleri bölmek için üzerime doğru eğildiğinde aramızdaki fazla yakınlık bedenimin gerilmesine neden oldu, eti sağ eliyle tuttuğu bıçakla keserken kollarının kasılışı, kestiği parçaları zarif ve ince sol elindeki çatalla bütünden ayırmasını izlemek yutkunmak istememe neden oluyordu. böylesine basit ve sıradan bir eylem dahi onun sihirli parmaklarının arasından çıktığında sanatsal görünüyordu gözümde.