"Paterson!"
Arkama dönünce, bana doğru hızlı adımlarla yürüyen genç, sıska bir adam gördüm. Omuzları öne doğru çıkık duruyordu ve belki de çok uzun boylu olduğundan kafasını tavana çarpmamak için kambur yürüyordu. Çille dolu yüzü soğuktan pembeleşmişti ve çilli burnunun üzerinde kalın kemikli bir gözlük duruyordu. Kumral saçları rüzgârda dağılmadan önce güzelce taranmış olmalıydı. Bir kaç tutamı gözlüğüne kadar geliyordu. Boynunda gri bir atkı vardı, üzerinde de siyah ince bir palto. Eskimiş kumaş pantolonu, parlatılmış rugan ayakkabılarını yalıyordu.
Aslında tüm bunları sonradan idrak ettim çünkü bir kaç adımda yanıma varıp beni sıkıca kucakladı. Şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu. Elinin kalın kürklü paltomun cebine gittiğini hissettim. Bir saniye sonra beni bırakıp hızla arkasına döndü. Koşarak kompartımanlardan uzaklaşırken bir ara dönüp, "Bunu sonra ödeyeceğim." diye bağırdı. Elini kaldırarak az önce cebimden aldığı yirmi beş sterlini havada salladı. Sonra da kalabalıkta gözden kayboldu. Ağzım açık bir şekilde arkasından baktım. Bir şey söyleyebilecek kadar kendime geldiğimde, "Kahretsin!" dedim. "O şerefsiz benim paramı mı çaldı?" Sonra da homurdanarak paltomu silkeledim. "Of! Umarım bu pis dilencilerden Londra'da da yoktur." Koridorda son kez etrafıma bakındım ve kompartımanın kapısını açtım.
"Robena, neredeydin canım?" dedi annem. Sesi endişeli olmaktan ölesiye uzaktı. Hatta umursamazdı. Hep benim kendi ayaklarımın üzerinde durabileceğime inanırdı. Benim için zerre kadar endişelenmemesinin nedeni bana duyduğu bu sonsuz güvendi.
İçeriye girdim. "Sıcak çikolata bulabileceğim bir yer aradım." diye cevapladım. "Ama burada sıcak çikolataya en çok benzeyen şey gıda boyasıyla renklendirilmiş sütten farksız. "
"O kadar kötü mü?" dedi babam. Elindeki gazeteyi katlayarak yanına koydu. Okuduğu gazetenin adı Useless idi. Yılışık espriler ve karikatürler ile dolu saçma sapan bir gazeteydi. Useless yazısının altında küçük puntoyla o günün tarihi yazılıydı:
23.11.1972 Cumartesi
"Söylediklerimi o iğrenç şeyi tatmadan anlayamazsınız." dedim. Paramı çaldırdığımı onlara söylemeyecektim. Bu işi daha sonra hallederdim. Ellerimi paltomun ceplerine soktum. Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım ve parmaklarımı gıdıklayan kağıt parçasını çıkarttım. O sırada babam, "Emin değilim Robena," diyordu. "Fazla mükemmeliyetçisin."
Omuz silktim. Yerime oturarak cebimden çıkardığım kağıt parçasına baktım. Para değildi. Yıpranmış nemli bir kağıttı. Onu, cebime ben koymamıştım. Üzerindeki yazıda benimkine hiç benzemiyordu zaten. Benim yazım küçük, dolgun ve okunaklıydı. Bu yazı ise uzun ve kıvrak bir yazıydı. Bir satırdan ibaretti:
Mr Wiston Randolphs, St John Sokağı, Londra - EC1V
Kağıdı cebime geri koydum ve kimin yazdığını düşünmeyi sonraya bıraktım. Trenin Londra'ya varmasına çeyrek saatten az kalmış olmalıydı. Buğulanmış camın ardından dışarıyı görmem mümkün değildi. El çantamın içinden dantel işlemeli bir mendil çıkarttım ve camı sildim. İleride istasyonu görüyordum. Fabrikaların bacalarından çıkan gri dumanlar, Londra'nın bulutlu beyaz göğünü lekeliyordu.
"İşte Londra." dedi annem.
Babam kafasını uzatıp dışarıya baktı. "Bavulları indirsem iyi olur." dedi. El çantamı aldım ve beremi kafama taktım. Babamın kabin bagajlarından bavullarımızı indirişini seyrettim.
Londra'ya taşınmamızın sebebi babamın Scotland Yard'da iyi bir mertebeye yükselmiş olmasıydı. Bana taşınacağımızı söylediklerinde çok sevinmiştim. Meraklı kişiliğimi tatmin edebilecek maceraya Londra'da rastlayabileceğimi düşünüyordum. Ayrıca bana göre, İskoçya'daki hiç bir okul yeterince disiplinli değildi. Londra'da daha iyi okullar olduğunu umuyordum.
Babam bavulları kompartımandan çıkardıktan sonra tren durdu. Kompartımanın küçük kapısından dışarıya aceleyle çıktım, "Baba bekle!" diye seslendim. Koridor treni boşaltmaya çalışan yolcularla doluydu. Babam arkasına dönüp bana baktı. "Bavulumu kendim taşıyacağım." diye belirttim isteğimi. Babam gözlerini devirdi ve cilalı ahşap bavulumu bana uzattı. "Gidip bir taşıma arabası kiralayacağım. Annenle beraber Mr MacDonald'ın yanına gidin. Sizi peronda bekliyor." dedi.
Kafamı salladım ve kalabalığın gittiği yönün tersine döndüm. Kompartımanın kapısı kapalıydı ve annemi yakınlarda göremiyordum. Olduğum yerde durup beklemek istemiştim ama bir süre sonra akıma kapılıp çıkışa sürüklendim. Diğer yolcularla beraber itile kakıla trenden çıktığımda eteğim kırışmış ve saçlarım dağılmıştı. Bavulumu sürükleyerek perona çıktım. Belki de yeterince dikkatli davranmadığımdan perona adım atar atmaz birine çarptım. Evet; o, kalabalıkta koşuşturuyordu ve ben de önüme bakmıyordum. Kafamı onun omzuna vurunca sendeledim. Burnumu ovarken gerilemeye çalıştım. Ayağım takıldı ve yere serildim. Bavulum da havaya fırladı ve dizlerimin üzerine düştü.
"Ya!" diye haykırdım soluk soluğa. Bavulu itip dizlerimi ovaladım.
"İyi misin, iyi misin?" dedi yerden apar topar kalkan çocuk. Bavulumun aralanmış kapağından dışarıya taşan kitapları geri tıkıyor ve yere düşürdüğüm şeyleri toplamaya çalışıyordu. Aklı sıra bana yardım etmeye çalışıyor ama telaştan ne yapacağını bilemiyordu. "Önüne bakmıyordun!" dedi çaresiz ve mahçup bir şekilde çırpınırken. Ben de şaşkınlıkla onu izliyordum, "Dikkat et!" diye inledim. Ellerine vurup onu uzaklaştırmaya çalıştım. "Tanrı aşkına, dokunma kitaplarıma! Çek ellerini, çek!"
Ellerini çekti ama bana iyi olup olmadığımı sorarken yardım etmek için ısrar ediyordu. Ona vurmamı umursamıyordu. En sonunda beni ellerimden tutup ayağa kaldırdı. Beremi ve el çantamı da alıp elime verdi.
"Özür dilerim," dedi kocaman yaşlı gözlerle yüzüme bakarak.
Benden bir iki yaş büyük ve bir kaç santim uzundu. Kıvırcık saçları dağınık ve o günlerde olmaması gerektiği kadar uzundu. Buğday tenli ve kara gözlüydü. Dudakları patlamış ve yara olmuş, elmacık kemikleri morarmıştı. Kahverengi bir ceket, kirli beyaz bir gömlek ve askılı bir pantolon giyinmişti. Pejmürde bir haldeydi. Yine de, ancak acemi bir gözlemci ona evsiz derdi. En kötü ihtimal, alkolik babası tarafından dövülmüş olmasıydı. Kitaplarımı bavula sıkıştırması aklıma geldikçe bir tane de ben vurmak istiyordum ona. Bavulu açıp kontrol etme arzumu bastırdım ve biraz sitemle, "Umarım bir inanca sahipsindir," dedim. "Demem o ki dua etsen iyi olur. Kitapların birine bile zarar geldiyse görürsün."
"Hristiyanım." dedi. Bir anlık tereddütten sonra ellerini omzuma koydu ve beni kendi etrafımda döndürerek arkama geçti.
Tiksinç bir şeymiş gibi omuzlarımın üstündeki ellerine baktım ve silkelenerek geri çekildim. "Aile soruların mı var senin?"
Aceleyle perona bir göz attı ve sorumu duymazdan geldi. Omzuma hafifçe vurarak buruk bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Sonra da çekip gitti. Karşılaşmamız gibi ayrılmamız da çok ani olmuştu. Omuz silkerek kendime geldim. Bavulumu çekiştirerek yürümeye başladığımda saat on ikiyi vuruyordu. Etrafta bir tur atıp annemi ya da Mr MacDonald'ı görmeyi umuyordum. Yere düştüğümde ıslanan eteğim son derece rahatsız ediciydi. Üşüyordum ve kaybolmuştum. Huzursuzca etrafıma bakınırken duvarın önünde bana gülümseyen tanıdık bir yüze rastlamam ne büyük şanstı. Kuzenim Alpina'nın sarı saçları kısaydı ve pembe bir Fransız şapkanın altında kalmıştı. Pembe uzun bir palto giyiyordu. Sadece dış görünüşüyle övünen sığ bir kızdı ama iyi sır saklardı. Yine de zeki olmadığı için Londra'da pek işime yaramayacaktı. Ellerini cebinden çıkartıp bana el salladı. Pembe zarif eldivenler giyiyordu. Hemen yanında siyahlar içindeki annem duruyordu ve onun yanında da yine siyah giyinmiş Mr MacDonald vardı. Annem kaşlarını çatıp beni süzdükten sonra babama beni işaret etti. Babamın endişeli bakışlarının beni bulması çok sürmedi, "Robena!" Onlara doğru yürüdüm. Babama sarıldıktan sonra Alpina'ya selam verdim. Sonra da bavulumu taşıma arabasının üstüne yerleştirdim.
Londra'daki ilk günüm böyle başlamıştı ve daha da ilginç olacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Look Closer
Mystère / ThrillerBu gün 23 Aralık 1972. Yazı milattan önce 3200 'de bulunduğundan beri bir çok gelişme oldu. Graham Bell, 96 yıl önce telefonu icat etti. Edison'ın ampulü icadından bu yana 93 yıl 2 ay 2 gün geçti. 17128 gündür oturma odamızda patlamış mısır yiyerek...