bir

4.5K 257 56
                                    

  Rize'nin yüksek dağları, temiz havası, coşkun dereleri genç kızın içine sadece sıkıntı yayıyor, onu hayatının sanki son demlerindeymiş gibi hissettiriyordu.  Nefes almak için, yaşamak için bu kadar çaba harcaması gerektiğini düşündükçe isyan etmek, bağırmak istiyor ancak sonra o içindeki baskın çekingen tarafı kızı sanki kendi kendine susturuyordu. Yediği lokmayı, içtiği suyu hak etmeye çalıştığı bir hayattı onunkisi. Sanki var olmak bunları hak etmeye yetmiyormuş gibi, kendini bildi bileli, en çok da lise bittiğinden beri, yani 6 senedir dur duraksız çalışıyordu yaşadığı evin içinde. Böyle huzursuz, böyle mutsuz bir aile yeryüzünde daha önce var olmamış olmalıydı. En beteri, en kötüsü verilmişti ona. Her daim boğazında bir el, sırtında sopayla sürdürüyordu yaşantısını. Saf kötüyü babasında, onun ailesinde görmüştü. Zalimlikte kimsenin eline su dökemediği bu adam ne sağır karısı Zeynep'e ne de tıpkı onun gibi kulakları duymayan küçük oğlu Emir'e bir gün olsun fayda etmiş değildi. Kazandığı paradan musluktan damlar gibi verirdi onlara. Ne ihtiyaçlarını sorar, ne ilgilenirdi. Eve de nadiren gelir, sanki bu evde işkence edilen kendisiymiş gibi ilk fırsatta anacığının evine kaçıverirdi. İşte tüm bu yük, bu sorumluluk kızı Gül'e kalırdı.

 Gül... Ne güzel, ne tertemiz, ne akça pakça bir kızdı. Elinden gelmeyen iş yoktu. Evin önündeki küçük tarlayı da sürer, annesiyle birlikte çayı da toplar, gerektiğinde satmak için pazarlığı da o yapardı. Ne sağırdı, ne dilsiz. Ama bir gün olsun sesi çıkmamıştı babasına. Ürkekti, korkaktı. Evin içinde konuşabileceği tek insan, annesi, onu duymadığından da sanki konuşma yetisini o da gün gün bu evin içinde yitirmişti. Ama pek akıllıydı. Kim bilir başında böyle bir baba, arkasında böyle bir anne olmasaydı, devam etseydi okula neler başarırdı. İçindeki tek ukdeydi. Tek keşkesiydi. Tek isyanıydı. Babası o meşhur, ince kamış sopasını ona her salladığında, tek düşündüğü acaba'ydı. Acaba okuyabilseydi, çok değil bir öğretmen olsaydı. Eline geçseydi biraz para, o zaman bu sopanın karşısında daha sağlam durabilir miydi? Daha mı az bükülürdü beli? Yoksa yine büker miydi boynunu yine aynı şekilde. Gerçekten korkak mıydı, yoksa var mıydı içinde bir nebze olsun cesaret? En sık bunları düşünüyordu son zamanlarda.

  Ahşap merdivenlerin başında, Yeşim'in çeyizini görmeye gitmek için annesini beklerken evin dibindeki uçuruma bakıyor en çok da o uçurumun dibini düşünüyordu, sanki oradaymış gibi hissediyordu. Annesi başörtüsünü iyice kafasına çekip memnuniyetsizce Gül'ün açık başına bakarken Gül böyle zamanlarda onun konuşamıyor olmasından içten içe mutlu oluşunun rahatsızlığını hissediyordu.

  Küçükken annesinin gözünde nasıl yüce bir varlık olduğunu hatırlıyordu. Güzel yüzü, uzun saçları, sevecen gülümsemesinin kendisine nasıl sığınacak bir yuva olduğunu hatırlıyor ancak büyüdükçe o şefkatli dokunuşların, gülümsemelerin yerini sert bakışlar, tokatlar, sessiz küfürler aldığında annesi de zihnindeki o ilahi yeri yitirip babasının başka bir suretine bürünmüştü. Gül'ün masum sevgisi tükendikçe annesine karşı hissettiği tek şey acıma oluyordu. Güzelliğine acıyordu, çökmüş bedenine, yitip giden yıllarına... Annesi için de acaba diyordu sonra. Acaba konuşabilseydi, acaba onun da bir nebze olsun sesi çıkabilseydi izin verir miydi Gül'ün bu kadar ezilmesine, hor görülmesine. Yoksa dikilir miydi o dayağı kendisinin yemesi pahasına kocasının karşısına dikilmesine? Gül kendini avutuyordu, dikilirdi, izin vermezdi diyerek. Korkuyordu, bu hayatta her şeyini feda ettiği bu kadının babasından farklı olduğunu düşünmek istiyor, anlamsız ve zalimlerle dolu hayatı ancak böyle bir anlam kazanıyordu.

"Hoşgeldiniz kızım!" Komşuları Emine Hanım, onları kapıda karşılarken hediye olarak getirdikleri bohçayı ellerinden aldı. Gül'e saf bir şefkat ve acımayla yaklaşan bir insandı. Öptü yanaklarından kızın, içeri buyur etti. 

ünzile // barış alper yılmazHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin