"Han Jisung, buluşalım mı?"
Uzun süredir konuştuğum bu çocuk ile buluşmak istememin sebebini ben bile anlayamamıştım. Kendimi hiç ona sarılıp öperken hayal edemiyordum, sadece sesini ve yüzünü duyabiliyor, eliyle temas etmek isteyeceğim an harap olacak gibi hissediyordum.
Buluşmamıza bir gün kalmıştı, okul çantam omzumda, heyecandan mı bilmem ancak geçmeyen karın sızım ve kalbimin ağrısı beni Hanni'ye tutunup kısa bir süre oturup beklemek zorunda bırakmıştı.
Hanni'yi endişelendirmemek adına onu yollayıp zor bela eve varmış, cebimdeki mavi lolipopu dudaklarımın arasına yerleştirip Hanji'ye vereceğim defteri özenle hazırlamıştım ki annemin adım seslerini duyana dek. Defteri saklamamın bir faydası yoktu, onun farkında olduğunu gözlerinden anlayıp defteri dizlerime bastırmış, elini uzattığında ise karşı çıkmıştım.
Sonrası bana kalsın ertesi gün Jisung'a yazıp buluşmamızı ertelemek istediğimi, fazla güzel olmam gerektiğini söyleyip alaya vurduğumda o ise kalbinde oluşan hüzün ile gülerek kabul etmişti.
Üzgünüm Han Jisung, kalbine ne kadar rengarenk çiçekler yerleştirsem bile üstüne basıp geçen benim, hastalıklı zihnim seni de hasta ediyor, özür dilemek çözüm değil, söz veriyorum dudaklarını hissettiğimde düzeleceğim. Benim mirasım dudakların olacak.
Zihnimi toparlayıp geçen onca zaman Hanji ile konuşmuş, değişen iki beden bile olsak güzel vakit geçiriyorduk, bunun sebebi birbirimize karşı değişen çok şeyimiz olsa bile aslında hiçbir şeyi yan yana kötüleştiremediğimiz içindi. Han Jisung yanımda nefes alsa ben nefesimi tutacak kadar seviyorum onu.
Keşke ben ölmeden buna inanabilseydi.
Geçen onca zaman sonra buluşma haftamız gelmiş, ona yakışıklı bir beyefendi olacağımın sözünü verip üzerime beyaz bir gömlek, kravatım ve pantolonum ile bu soğukta montumu bir kenara bırakarak yanına gitmiştim.
Avm'nin ortasında benim için endişelenip bana eşlik eden arkadaşımı başka bir masaya yollayıp seni beklemiş, limonlu kek yüzünden geç kaldığını öğrenince gülerek Jisung'u azarlamaya başlamıştım. O sırada bana dönen ve elimdeki ilaçlara bakan arkadaşım ile ise telefonu kapatmıştım aceleyle.
"Sırf bir limonlu kek için mideni bu kadar ilaca maruz bırakmaya gerek var mı? Yemesen olmaz mı ki Minho?"
"Sen ne anlarsın? Keki Han Jisung yapıyor, hayatımda yiyeceğim en güzel kek o, bana söz verdiğinden beri kafamı toplamak için yaptığım her kekten bir parça bile yemedim, zorlama."
Ve o arama, o ses, buradayım dediğin an atmaya başlayan kalbim, arkadaşımı masada tek bırakıp Avm kapısına bir hızla gidişim, telefonu bırakma ihtiyacı duymadan tebessüm ederek etrafta beni arayan küçük bedene bakmış, telefonu kapatıp yanına ilerlemiştim.
Yağmur yağıyordu, üzerindeki siyah kabanın ıslandığından fark etmiştim. Ellerindeki torbalara uzanıp almış, elinden tutmak istesem dahi uyuşan parmaklarımdan yüzüne bile bakamıyordum.
Han Jisung sen bana ne yaptın?
Masaya geldiğimizde kahve almanı söyleyip seni beklemiş, karşıma geçtiğinde kahvenin üzerindeki deseni izliyordum. Sesini duymamla kafamı kaldırıp bir şey demeden sana bakmış, defalarca gördüğüm yüzünü ilk kez görmüş gibi inceliyordum.
"Keki yesene, sen ye diye geç kaldım ben!"
Yiyeceğim Hannie, biraz bakayım, ileride bir daha görebileceğimin garantisi yok, bugünden sonra bir daha bana gelemeyeceğini biliyorum.
"Yiyorum işte, ne sabırsız insansın sende? Bir dilim yiyeyim, daha fazlasını yiyemem herhalde."
Jisung oflayarak kahvesinden bir yudum almış, geçirilen sohbet ve güzel kek ile başımın eğilip Jisung'un yüzüne bakmadığım duruma ne zaman geldiğimizi bilmiyordum. Dolan gözlerimle beni görsün istemiyordum, o ise konuşuyor, ağlamamı görmemek için bana bakmıyordu bile.
Neden yapamadım ki? O 'arkadaşları' onu güzelce öpüyor, sarılıyor, saçlarını seviyor, ben neden yapamıyorum?
Hanji özür dilerim, bende sana sarılmak istiyorum, dokunmaya kıyamıyorum. Özür dilerim, gözyaşlarımı bile silemeyeceğin kadar birbirimizden uzak durduğumuz için özür dilerim.
Ayrılma saati gelmiş, dolan gözlerimi silip ayaklandıktan sonra yanımıza gelen arkadaşımın "iyi misin?" sorusuyla dolan gözlerime lanet etmiştim. Buluşma boyunca ağlamayıp yüreğinin benimkine uzak olduğu vakit mi ağlayacaktım yani? Dayanabilirdim, o beni böyle görmek istemezdi.
Metronun ortasında bana dönen bedeniyle bunca zamandır tuttuğum gözyaşlarımı akıtmaya başlamış, elimdeki hediye torbasını yere bırakıp ellerimi benden ufak olan bedenin beline yerleştirmiştim, hissettiğim kokusu sakinleşmem için yeterli değildi, bir kere daha hissedemeyeceğimi bildiğimden.
"Ağlama Minho, çocuk musun sen? Ağlama."
Parmak uçlarına çıkıp kollarımı boynuna dolayan beden mırıldanmış, dakikalarca omzunda ağlamama müsaade etmişti. Ben ise kalbimin ağrısından onu asla bırakmak istememiş, yanağımda hissettiğim belli belirsiz dudaklarla gözlerimi birbirine bastırıp gülümseyerek geri çekilmiştim. İnsanların arasına karışan bedenle bulduğum ilk duvara yaslanıp çökmüş, belki de defalarca kez kaçırdığım metroyu umursamadan gözyaşı döküyordum. Ayaklanacak halim yokken hayatta hep yaşadığım gibi yine ağlayamadan bir yerlere sürüklenmiş, arkadaşımı yanımdan yollayıp yağan yağmurdan nefret ederek gözyaşı dökerken evimi arkada bırakarak evin yolunu tutmuştum. Açtığım kitap sayfaları daha çok ağlamamı sağlarken bana bakan insanları umursamıyor, ne yapıp ne edeceğimi bilemeden delilercesine sevdiğim yağmurdan nefret ediyordum.
Ne diye gözyaşlarımı gizliyorsun? Benim ağlamaya hakkım yok mu?
Han Jisung, sen benim ölümümsün, ben ise senin nefesin, ben yaşadıkça sen öleceksin, bu yüzden ben ölmeyi tercih ediyorum.
"İzin vereceğimi mi sandın Lee?"