Olabilecek en soğuk eylüllerden birine uyandığımız 1972 Eylül'ünün sabahı bizi hiç beklenmedik bir şekilde karşıladı. Hayır, hiç kimse sabahın ilk ışıklarıyla görülen bu manzaraya hazır değildi. Şehir meydanındaki asırlık çınara kalınca bir halatla asılı ceset. Üstelik daha da şaşırtıcı olanı, malûmunuz ceset hovarda İlyas'ın, hep içen bedbin Şürkü'nün veya çeşitli ruhsal sıkıntılar teşhisi konulmuş –söylenenlere göre üç beş yıllık bir tımarhane geçmişi dahi vardı- Mustafa'nın bile değildi. İlyas delikanlı idi, hep bir sıkıntısı olurdu. Sağcılarla sürekli kavga içindeydi, ateşli bir komünistti. Şükrü ise... Mahalleli ondan ümidini keseli amma vakit geçmişti. Evvelce kendisine türlü yardımlar edilmeye uğraşıldı. Bir aralık ev dahi ayarlandı. Fakat Şükrü parasıyla ya içer, ya kumar oynardı. Akabinde akılsız, ayyaş, bahtsız, sapık gibi türlü yakıştırmalar ile öylece bırakıldı Şükrü. Yani soğuk bir eylül sabahı kendini meydandaki çınara asması şaşılacak iş değildi. Evvela Nuriye Hanım katılırdı buna, "Babasını da tanırdım ben çocuğum. Ayyaştan hayırlı evlat çıkar mı? Şükrü hep böyleydi. Yok, ben ona dedim fakat... İçmekten başını kaldırıp da dinledi mi evladım? Ramazanda, sevaptır diye soframa bile çağırdım biliyor musun? Ne yaptı? Benim anneanne yadigarı gerdanlığı sen çal, yemeğini de ye çık git evden! Ellerine sağlık Nuriye Abla demişti bir de utanmadan. Zıkkım olsun! Çok uğraştım çocuğum onu yola getireyim diye. Şaşırmadım kendini asmasına. Öyle hayat mı yaşanır?" Doğru, yaşanmazdı. Vakıa Şükrü hâlinden memnundu. Kendini astığı filan yoktu.
Gelgelelim İlyas'a, onunla beş dakika dahi konuşulmazdı. Dava, devrim, sosyalizm, kapitalizm falan der; hepten kafanızı ütülerdi! Normalde yaşam dolu olan İlyas için neden kendini asabilecekler arasında bahsettik? Çünkü şu aralar başı fena hâlde dertte idi. Birini öldürmüş, ceketinin cebinden onun tabancası çıkmış vesaire... Ahmet Kaya mı olmuştu şimdi de başımıza? İlyas'ın bu olay üzerine başı dertten kurtulmadı. Peşinde hep birileri vardı. Bir keresinde sokak ortasında üç beş sağcı bıçak çektiler buna, İlyas hafif bir omuz yarasıyla kurtuluverdi. Sekiz ay hapis yattı, çıktı. Son vakitlerde pek pesimist cümlelerle ortalarda dolaşıyordu. Yani, davası uğruna kendini asmak gibi bir delilik etmiş olması kimseyi şaşırtmazdı. Yine Nuriye Hanım, şöyle derdi onun için: "Allah esirgesin evladım. Komünizmden sosyalizmden. Allah korusun sizi, sakın bulaşmayın öyle şeylere. Bak benim oğlum Mehmet de az daha solcu oluyordu, zor kurtardık. Allah'tan şimdi aklı başında. Bulaşmıyor öyle işlere. Sakın evladım. Zavallı İlyas'ın nihayeti belliydi zaten. Layığını bulmuş yavrum..."
Mustafa ise ağzından nadiren sözcükler çıkan boynu bükük bir garipti. Nuriye Hanım bile pek bir şey söyleyemezdi onun hakkında, çokça üzülürdü. Görüyorsunuz ya, onun Şükrü'ye bir paragraf yer verilen türlü öykülerde dahi yeri yoktu.
Hiçbiri değil, öyle biriydi ki kendini meydandaki asırlık çınara asan; bizi hem şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak duruma getirmiş hem de epeyce üzmüştü. Mahallede otuz yedi gün üst üste helva dağıtıldı. Kadınlar "Bugün ben yapacağım!" diye kavga ettiler, çözüm isteyen herkesin yapıp dağıtmasında bulundu. İhsan Ağabeydi nihayetinde kendini asan, herkes bu iyi kalpli adamcağız için bir şeyler yapmak arzusundaydı. Günlerce gözyaşı döküldü, çocuklar gülmez oldu. Ölüden anlamayacak yaşta olanlar bile hüzünle İhsan Ağabeyin nerede olduğunu sordular.
Demiryolu emeklisi idi İhsan Ağabey. Yıllarca devlete demiryollarında hizmet etmişti. Altmış yedisinde, gözleri görmüyor gerekçesiyle zorla emekli edildi. İşini pek severdi, kimse o metal yığınlarında ne bulduğunu anlamasa da demiryollarında çalışmak, o rayların bakımıyla ilgilenmek onun bu hayatta en sevdiği şeylerden biriydi! Hâlen bir tren veya ray görmeyedursun, gözleri hafifçe buğulanırdı. Yalnızca görmek için bakanlar anlardı. İşini çok özlerdi. Söylediğine göre ta sekiz dokuz yaşlarındayken babası bu işe sokmuş. Alman harbi vakitleriymiş, kıtlık hat safhada, ortalık gergin. Türkiye girecek mi bu savaşa? Savaşa girmedik ama benim babam öldü, demişti. "Fikrimce o da savaş yüzünden öldü. Çok üzüldü, doğru düzgün yiyecek yoktu, kanser oldu gitti. Lakin o gitmeden evvel beni işe soktu, yeni açılan demiryollarında arkadaşı Murat'ın yanına verdi. Burada büyük adam olursun İhsan, demişti. Belki mühendis bile olursun, diye de eklemişti. Mühendis olamadım tahsilim yoktu nihayetinde. Büyük adam olduğum da söylenemez ama bu iş babamdan bana yadigâr gibi geliyor Ömer, sanki onun bana hediyesiymiş gibi. Bir de güzeller güzelim Gülfem'le de bir istasyonda tanıştık, nasıl sevmem buraları?" Gülfem Hanım onun çok sevdiğimiz fakat erken yaşta göçüp giden hanımıydı. İhsan Ağabey elli beşindeydi o vakitler. Zannımca işe daha da bağlandı, zorla çıkarılana dek kaldı. Zaten Gülfem Hanım da sevilmeyecek kadın değildi. Ben çok küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum. Kardeşim Güzin'le birlikte o kocaman bahçeli evlerine giderdik. Gülfem Hanım bize kekler, limonatalar ikram eder, Güzin'in altın sarısı saçlarını türlü afili şekillerle örerdi. Bir sürü gülü vardı Gülfem Hanım'ın. Onlara gözü gibi bakardı. Bir tek, bir tanecik Güzin'e hediye ettiğini anımsıyorum. Bazen bana öyle gelirdi ki güllerini de İhsan Ağabey kadar seviyor! Oraya heyecanla gider mutlulukla dönerdik. Bu kocaman bahçeli evin, hatta konak sayılabilecek büyüklükteki yapının akıbetini anlatacağım. Zannım odur ki, İhsan Ağabeye en ağır gelen şeylerden biri de bu konak hakkında gerçekleşen hadiseydi.
YOU ARE READING
ihsan ağabey kendini neden astı?
Short Storytek bölümlük. dörteylülikibinyirmidört 22.37