22 Ekim, 1997
"At least i saved him"Sanki bulunması gereken yer ondan kaçıyormuşçasına adımlarını hızlandırdı genç adam. Çiseleyen yağmur süratini artırmış, hala yürümeye devam eden gencin ise ağzından birkaç küfür kaçırmasına sebep olmuştu. Bugün her şey onun aleyhine oluyormuş gibi hissediyordu, sabah lüks bir araba ışıklarda üstüne çamur sıçratmıştı, eve giderken az kalsın polislere yakalanıyordu ve şimdi de sevgili yağmur yüzünden görüş açısı daralmaya başlamıştı.
Neyse ki götürmesi gereken dosyaları montunun içine saklamıştı, en azından belgeler ıslanmayacaktı.
Kimseye görünmemeliydi, kimliği anlaşılmasın diye üstüne bir trençkot, boynuna ise yüzüne kadar çektiği atkıyı takmayı uygun bulmuştu. Giydiği spor ayakkabıları yerdeki su dolmuş çukurlar yüzünden ıslansa da pek umrunda sayılmazdı. Tek yapması gereken, lanet olası dosyaları olması gereken yerine koymaktı. Pek inanan birisi olmasa da içinde büyüyen korku ve endişe ile dua etmeye başlamıştı.
"Tanrım yalvarırım, bugün beni koru."
Hedefine ulaşmıştı. Kimsenin girmeye cürret edemeyeceği bir yere gelmişti. Görüntüsü bile korku salmaya yeterken kapıyı açma konusunda arada kalmıştı genç adam. Kaçarsa olacakları biliyordu, fakat kaçmasa da olmayacaklar konusunda hiç emin değildi. Onu her türlü öldüreceklerini biliyordu, dediklerine itaat edecek olsa bile onlar için büyük bir tehditti. O yaşarsa, batacaklardı. O ölürse, sırlar da onunla birlikte gömülecekti.
İkinci seçeneğin kazanacağını biliyordu.
Kapının kulbunu tuttuğu sırada eski eşyaların atılmış olduğu çöplük gibi bir yerden bir bebeğin ağlama sesini duydu. O kadar yüksek sesle bağırıyordu ki, kulak çınlatacak cinstendi. Adam karşı koyamamıştı, boşvermek istese de küçücük bebeği öylece orada bırakamazdı. Hem bir yeterli bir süresi vardı, yakınlardaki bir emniyetin önüne bırakır, sonra işini halleder ve canının alınacağı vakti beklerdi.
Tuttuğu kulbu yavaşça bıraktı, çöplüğün oraya ilerledi. Biraz ötede, bir spor çantasının içinde henüz 6-7 aylık olduğuna inandığı bir bebek ile karşılaşmıştı. Gözleri ağlamaktan kızarmış, burnu kıpkırmızı olmuştu. Bebeğin üşüdüğünü hissetmişti adam, üstünde ipince bir pike vardı ve hala nasıl yaşadığına anlam verememişti bile. Belki de henüz bırakılmıştı, ya da bebek gerçekten dayanıklı olmalıydı. Hemen üstündeki trençkotu çıkartıp bebeği sarmaladı. Yağmurun dindiğine şükretmişti, belgeler ıslanamazdı. Bebeği iyice sarmaladığına emin olduktan sonra kucağına almıştı yavaşça. Kucağına almasıyla çantanın üstüne bir kağıt parçasının düştüğünü gördü. Temkinli bir şekilde eğildi ve kağıda uzandı.
"Tanrım, sen bu bebeği güvenilir birisine bağışla. Lütfen, size yalvarıyorum bebeğime iyi bakın. Eğer yanımda tutarsam onu öldürecekler.."
Kanı donmuştu. Bir anne, bebeğine bunu nasıl yapardı?
Her türlü çözümü vardı: bir yakınına bırakabilirdi, bir emniyete götürebilirdi veya en azından onu sıcak bir yerde bırakmalıydı. Bebeğini bu ıssız yere öylece bırakmış olması yeterince acımasızcayken en azından bunları yapabilmeliydi..
Onu öldürecekler, diyordu. Bebek tehlikede miydi? Ama neden? Ne yapması gerekiyordu? Polise gitse, güvende olacağından emin olabilir miydi ki? Küçücük bir canın hayatı meselesiydi ortada. Ama belgeleri de vermesi gerekiyordu, ve vakit daralmaya başlamıştı.
Kucağında usulca uyuyan bebeğe baktı, Hafif bir gülümseme oluştu yüzünde.
"Seni güvenilir birisine vermeliyim."
O sırada aklına o kişi geldi. Evet, ona bırakabilirdi. Yıllardır işlerini beraber yaptığı arkadaşına güvenebileceğini biliyordu. Eli cebindeki telefonuna uzandı, hızla numarayı tuşlarken bir yandan saate bakıyordu.
7 dakika.
"Baekhyun. Attığım konuma gel, sana teslim etmem gereken bir şey var."
"Geliyorum, Jaehyun. Sen, belgeleri iletebildin mi?"
"İletmiş olsaydım seninle nasıl konuşabilirdim sence?"
"Böyle söyleme."
"Ne olacağını sen de biliyorsun. Baek, lütfen beni boşver gitsin. Sadece dediğimi yap ve buraya gel. Alman gereken şeyi tam olarak attığım konumda bırakacağım. Acele et."
"Yoldayım, 2-3 dakikaya orada olurum."
Telefonu kapattığında derin bir nefes verdi Jaehyun. Artık bebeği bırakıp gitmeliydi.
Kucağındaki bebeği spor çantasına koydu tekrar. Nefes alabilecek şekilde çantayı hafif kapattıktan sonra çalılıkların oraya yerleştirdi. Konumu attıktan sonra tekrardan binaya ilerleme başlamıştı. Üzerinde trençkotu olmadığı için soğuk bedenine vuruyordu fakat takmadı. Kapıya ulaştığında elindeki dosyayla içeri girdi ve ardından örttü.
"Dakiksin."
İçeride, onu koltuktan oturmuş bekleyen kişi, gür ve tok sesiyle ona dönmüştü.
"Getirdim." dedi ve masasına ilerleyip belgeleri masanın üzerine koydu.
"Beklenildiği gibi, işini temiz ve hızlı yapıyorsun."
Jaehyun'un dudakları titrerken hafif bir gülümseme takınmıştı yüzüne. O an hiç bebeğe güldüğü gibi gülmediğini hissetti, aklı hala o aciz varlıktaydı.
"Seni öldüreceğimi düşünüyorsun," dedi ve ayaklandı adam, Jaehyun'un tam önünde durup iki elini arkasında birleştirdi. "öyle de yapacağım. Ama henüz değil, hala bana lazımsın. Şimdi git, bir sonraki sefere görüşeceğiz Jeong Jaehyun."
Jaehyun'un şaşırsa da hiçbir şey söylemedi. En azından bir süre daha hayatını yaşayabileceğini biliyordu.
"Görüşmek üzere, Kang Tae Oh."
Eski dostuna eğilerek veda etmiş, hızlı adımlarla kapıya ulaşı dışarı atmıştı kendini. Fark etmese de elleri deli gibi titriyordu. Gerçekten orada öleceğini düşünmüştü.
Erken konuşmamalıydı.
"Hey, Jaehyun! Bunu unuttun."
Ardından gelen silah sesi, başından yanağa süzülen kanlar ve yere yığılan bir genç.
"Küçücük bir umuda tutunup şimdi seni böyle görmek, gerçekten zevk verici."
Gözleri kapanmamıştı bile. Öylece, onun vuruluşunu gören arkadaşının önünde can verdi.
"En azından onu koruyabildim.."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
run for roses | heesun
Actionwe alive cause we're not alone, we run for roses lee heeseung × kim sunoo, / written by lyn 🗯 [suç, aksiyon, drama]