Saatin 10.00'u gösterdiği vakit yine aldım en arka koltuklardaki yerimi. Köhne bir bardı burası, tehlikeli adamların gelip gittiği, uyuşturucunun içildiği tehlikeli bir yerdi.
Sarhoş kafamla sağa sola salınarak her akşam gelirdim buraya, onu izler, bir yerde sızıp kalıncaya kadar içerdim ama o sahnedeyken gözümü bile kırpmazdım.
Roxanne adını kullanırdı bu barın sahnesine çıkarken. Bir erkeğe uymuyormuş gibi görünse de onunla bir bütün oluyordu bu isim. Parlayan anlamına geliyordu bu Farsça kökenli isim, gerçekten de sahnede parlıyordu ama soğuk bir parlaklıktı bu sanki. Sahneye çıkıp, sandalyesine oturduğu andan itibaren siyah beyaz olurdu bir an her şey ya da ben öyle görmeye başlardım etrafı. Sanki o gri bir ışıktı da geriye kalan her şey siyah beyazdı.
Sahneye siyah giyerek çıkardı genellikle ve güzel takılar ile süslerdi kendini. Yine ne giyecek diye merak ediyorum çünkü o erkek cinsiyetine damgalanmış kıyafetler yerine vücudunun kıvrımlarını sergileyen kıyafetler giyerdi genellikle.
İnsanlar bağırmaya ve el çırpmaya başladığı zaman yerimden dikleştim hafifçe, küçük adımları ile geliyordu yine. İki basamağı zarifçe çıkarken gözlerim ona takıldı. Kısa ve sıkı bir short giymişti üzerine, sıkı şort hiç sırıtmamıştı bacaklarında. Özellikle dizinin altına kadar çektiği fileli çorapları ile daha da güzel görünüyordu ince bacakları. Beli incecikti, üzerine sıkı bir askılı buluz giymişti. Bedenini iyice sıkıp, zarif göğsüne yapışıyordu. Askılı buluzunun üzerine de beyaz bir kürk sarkıtmıştı, gerçek olmadığını anlayabiliyordum uzaktan bile bakarken, zaten onun gerçek kürk giymeyeceğini biliyorum ama yine de çok zarif görünüyordu onda. Özellikle boynuna ve kulaklarına taktığı inci kolye ve küpeler ile daha da güzel görünüyordu.
İnsanlar onu görmek için iyice yaklaşırken, ben yerimden bir milim kımıldamıyorum. Öylece durup izliyorum onu çünkü ben onu uzaktan izlemeye alıştım.
Her erkeğin sahip olamayacağı bir zarafetle gidiyor mikrofonun başına ve onun için oraya konulmuş sandalyeye oturuyor kibarca. Sonra eline siyah renkli klasik gitarını alıyor, arkasındaki canlı orkestraya doğru dönerek bir şeyler söyleyip, gitarının akorunu ayarlamaya başlıyor ve mikrofona doğru yanaşıp söylemesini istediğim şarkıdan bir mısra söylemeye başlıyor. Bu alışmak için yaptığı birşeydi her sahneden önce bunu yapardı ama sonra hemen şarkısını söylemeye başlardı. Bu gün beni şaşırttı. Küçük gözlerini merakla en arkadaki sıralarda gezdirdiğini gördüm ama yine gözleri beni bulamamıştı.
"Kim bilmiyorum," dedi ve sandalyesini biraz yaklaştırarak, dudaklarını hafifçe saniyelik mikrofona değdirdi, "ama dün birisi benden bir şarkı söylememi istedi. Biraz kasvetli bir şarkı ama çoğumuzun kasvetli şarkıları sevdiğini biliyorum. Sonuçta kasvet biz insanların istemesek de içinde olan bir şey." duraksadı ve nefes alıp, hafifçe yüzüne güzel bir gülümseme yerleştirdi. Uzun ve ince parmakları gitarın üzerine giderken, bir nota çaldı gitardan ve olabilirmiş gibi biraz daha yaklaştı mikrofona. Dudaklarındaki hafif kırmızılığın mikrofonun üzerine çıktığını bilmek kalbimi hızlandırdı o an ve o şarkısını söylemeye başladı. Benim söylemesini istediğim şarkıyı.
O kadar güzeldi ki... Amy Winehouse karşımda şarkı söylese bu hazzı almazdım ben, onu fark ediyorum. Gözlerini yumuyor, gitarı ile şarkının ritmini tutuyordu. Uzakta da olsam tüm bu görüntüler beyninim bir köşesine yazılıyordu.
Roxanne yine parlıyordu, Kim Seungmin yine parlıyordu ama bu sönük bir parlaklıktı. Yine de benim kalbimi hâlâ daha alevlendirebilecek bir parıltıydı.
Onu dinledim. Yaklaşık iki saat, sesi bir kere bile titremedi, bir sürü süper starın şarkısını söyledi ve hiçbiri güzel sesinde sırıtmadı. Çoğu onu görse kıskanırdı.
Bir kere daha neden milyonların önünde değil de bu sikini tutan heriflerin önünde olduğunu sorguladım ama kendi başıma bir cevap bulamadım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Love Is a Losing Game
FanfictionAşk hiç oynamak istemediğim, kaybedilen bir oyundu. minific Yetişkin içerik!