Gözlerimi yavaşça açtım. Üzerime doğru yavaşça süzülen altın sarısı yapraklara bakıyordum, Ne kadar zariflerdi... Gülümsedim, sonbaharın enfes renkleri tüm ormanı sarmıştı...
Bir dakika! Neredeyim ben?! Buraya ne zaman geldim?! Dün gece neler oldu?!! Haykırışım tüm ormanda yankılandı sanki, ayağa kalkamıyordum. Üşümeye başlamıştım, beynim zonkluyordu. Bir şeyler yanlıştı. Dişlerimi sıkarak yavaşça doğrulmaya çalıştım boğuk çığlığım boğazımdan çıkmak için can atıyordu, zorla olsa da doğrulmayı başarmıştım, sırtımı ağacın güçlü gövdesine dayayarak bakışlarımı bacağıma çevirdim "HASS*KTİR!" gözlerim dehşetle açılmış beynim zonklamaya başlamıştı... Tüm çığlığım ormanda yankılanmıştı, baldırımda kocaman bir demir sopa ve yamulmuş diz kapağım. Kurumuş kanlarım ellerime, tişörtüme ve tüm pantolonuma yayılmıştı. Dün gece neler olduğunu artık hatırlıyordum... Mideme kramplar giriyor başım ağrıyordu... Bedenim her hıçkırığımda biraz daha sarsılıyordu. Dişlerimi sıkarak kendimi tutmaya çalıştım, başımı kaldırarak etrafa bakındım. Oradaydı... Lux... Luxa'm... Hıçkırıklar bedenimi sardı gözlerim acıyordu artık..
Kaç saat geçmişti bilmiyorum ama çok yorulmuştum...
Onun yanına gitmem gerekiyordu. Bacağımdaki demir sopa ya da yamuk diz kapağım umurumda bile değildi.Kız kardeşim... Hayatımın anlamı... Dişlerimi sıkarak sağlam olan ayağımla ayağa kalkmaya çalıştım ağacın gövdesinden güç alarak ayağa kalktım. Dudağım kanamaya başlamıştı, gözlerimle kayalık bir alan bulmaya çalıştım. İşte! işte orada bir tane var çok uzakta değil, zıplayarak oraya gidemezdim yerde dayana bileceğim bir şey aradım baldırımdaki metal sopadan daha kalın, uzun bir sopa ayağımın dibindeydi haykırarak eğildim ve hızla sopayı alarak ona yaslandım, Her yerim sızlıyordu yavaş ve acı dolu bir şekilde kayalığa vardım asıl zor olan şimdiydi. Bacağımı kayalıkların arasına yerleştirdim ve yamulan diz kapağımı düzeltmek için aniden döndürdüm bedenimi acıyla haykırarak yere yığıldım. Gözlerimden yaşlar akıyordu. En azından yürüyebilirdim ama gene de zor olacaktı. Ayağa kalktım ve sendeleyerek Luxa'mın yanına gittim...
Arabanın üzerinde, başı benim yattığı yere doğrulmuş, kocaman masmavi gözleri kızarmış ve korkmuş. Kaşındaki yarıktan akan kurumuş kan yüzünün sağ yanını sarmış...Kıpkırmızı küçük dudakları, çilli yanakları, altın sarısı bukleli saçları göz yaşlarım yanağımdan süzülüyordu...
HEPSİ BENİM SUÇUMDU! Kız kardeşimin karnındaki mızrak gibi olan sopa, parçalanmış araba. Meleğimin korkuyla akmış göz yaşları... Narin bembeyaz tenine yavaşça dokundum. Buz gibiydi... Alnına düşmüş sarı saçlarını çekerek minik bir öpücük kondurdum. Boğuk sesimle yavaşça fısıldadım kulağına. "İyi geceler melek."Bacaklarım titremişti yere yığıldım, kendime vuruyordum. Dün gecenin görüntüleri zihnimde canlanıyordu. Göz yaşlarımı kolumla sildim. Meleğimi böyle bırakamazdım. Ayağa kalktım acım umurumda bile değildi. Luxa'mın bedenindeki o sopayı yavaşça çıkartarak attım uzağa kurumuş kanları şimdi daha belirgindi. Meleğimi yavaşça kollarıma aldım hala hafifti prensesim. Belki de daha hafif... Bacağım acıyordu ama umurumda değil onu burada bırakmayacaktım. Derin bir nefes çektim içime... Onu yıkamam gerekiyordu. Bir süredir duyduğum su seslerinin geldiği yöne yönelerek yürüdüm sendeleyerek. İşte. Burada akan şırıl şırıl bir ırmak vardı. Burası şehrin içinde bir orman olmalı.. Buralarda bir yerde muhakkak bir baraj vardır diye düşündüm ve ırmağı yol boyunca devam ettim. Çok yorulmuştum. Bedenim artık kendimi bile taşıyamıyordu... Durmak yok!
***
Hava kararmaya başlamıştı. Güneşin batışı havaya muhteşem renklerini vermişti bile... Luxa bu görüntüyü çok severdi. Gülümsedim. Küçüklüğü aklıma geliyordu... Evimizin önünde oluşan su birikintilerinde zıplardı... Göz yaşlarımı tutarak yürümeye devam ettim derin derin nefes alıyordum. Tam tahmin ettiğim gibi! İşte bir baraj!
Meleğimi yavaşça yere yatırdım. Onu hep sevdiği şeye bırakacaktım; suya... Ama önce temizlemeliydim. Luxa'mın üzerindeki kanla kirlenmiş beyaz elbisesini nazikçe çıkardım bedeninden, kıyafeti suya sokarak ıslattım, kız kardeşimin bembeyaz karnını, melek gibi yüzünü sildim, saçlarını düzelttim.
Kardeşimi kendime doğru kaldırarak kokusunu içime çekmek istedim ancak o tatlı şeftali kokusu yerine aldığım tek koku kanının metalik kokusuydu. Göz yaşlarım yanağımı yalayarak boynumdan süzülüyordu. Luxa'yı yavaşça bıraktım yere yavaşça ayağa kalkarak etrafa bakındım büyük bir kayaya ihtiyacım vardı. Irmağın yanında bir tane vardı sendeleyerek kayaya yaklaştım güçlükle olsada kaldırabilmiştim. Luxa'nın yanına gelerek yere oturdum beynim onun ölmüş olmasını reddediyordu sanki uyuyor gibiydi. Yutkundum bunu yapmak zorundaydım. Onu bulmalarına izin vermeyecektim onun bedenini kimsenin görmesine izin vermeyecektim. Kimse ona otopsi yapamayacaktı ve o da toprağın altına girmeyecekti! Onu hep istediği yere suyun dibine yollayacaktım. Balıkların olduğu yere. Gerçi burada ne kadar balık olur ki. Çatallı boğuk sesimle fısıldadım "Affet beni." Luxa'nın elbisesini yırtarak halat şekline getirdim ancak çok inceydi kendi tişörtüm çıkartarak ona ek yaptım en azından o kadar ince değildi. Kayayı sıkıca elbiseden halatla sararak meleğimin narin boynuna halatın diğer kısmını geçirdim. Haykırışlarım tüm vücudumu sarsıyordu... Derin bir nefes aldım ve Luxa'mı kollarımın arasına alarak kaldırdım. Kayayla beraber daha ağır olmuştu. Son bir kez baktım prensesimin yüzüne ve alnına küçük bir öpücük kondurdum.
Luxa'mı suya doğru fırlattım. Narin bedeni yavaşça aşağıya doğru süzülüyordu. Luxa'mın sanki tüm bedeni sadece bir oyuncak bebek gibiydi. Bomboş... Sanki, sanki... Bacaklarım titredi ve yere yığıldım. O suyun içinde kaybolmuştu ama boş, ruhsuz bedeni hala gözümün önündeydi. Sanki o aslında basit bir kuklaydı. Tahtadan cansız bir kukla... Onu pinokyo yapansa Tanrı'ydı... Tanrı'ysa Gepetto'ydu.