II. BÖLÜM – DÖRDÜNCÜ KISIM
DALIŞ, KALİTELİ ÇİZMELER, PORTAKAL
Köprüden düşerken Graves'in haykırdığını duyuyorum. Sadece altımdaki ipe bakabiliyorum. Düştüğümü de, dipsiz kara suları da aklıma getirmenin hiç lüzumu yok.
Rüzgârdan her şey birbirine karışıyor.
İpi yakaladığımda mutluluktan bağırasım geliyor ama sürtünmesi avcumu kızgın demir gibi dağlayınca susuyorum. İlmek şeklinde bağlanmış ucuna doğru gelince düşüşüm birden duruyor.
Bir an orada asılı durup, ağız dolusu sövüyorum.
Bu yükseklikten suya düşmenin insanı öldürmeyeceğini duymuştum, ama suya atlamaktansa aşağıdaki yükleme limanının taşlarına düşerim daha iyi. Ölürüm ama hiç değilse boğularak ölmem.
Altımda, karayla köprü arasına gerilmiş çok sağlam halatlar var. Kaba saba, gacırdayan mekanizmalara bağlılar. Deniz yaratıklarının temizlenip işlenmiş parçalarını, Bilgewater'daki pazarlara göndermeye yarıyorlar.
Ev büyüklüğünde, ağır, paslı bir kova zorlana zorlana bana doğru yaklaşırken, halatlar tel gibi tınlıyor.
Bir an keyifle sırıtıyorum. Sonra, kovanın içinde ne olduğunu görüyorum. Bir at arabası dolusu çürümüş, kokuşmuş balık bağırsağının içine çivileme dalmak üzereyim.
Bu çizmelere kaç ayın kazancını bayıldım. En derin deniz çukurlarının diplerinde yaşayan bir çeşit deniz ejderinin derisinden yapıldıklarından ipek kadar hafif ama çifte su verilmiş çelik kadar sağlamlar. Bütün dünyada dört çift ya vardır, ya yoktur.
Hay ben böyle işin...
Kendimi doğru anda bırakıp bağırsak kovasının orta yerine gömülüyorum. Soğuk, vıcık vıcık sıvılar el yapımı güzelim çizmelerimin her dikişinden giriyor. Neyse, hiç değilse şapkama bir şey olmadı.
Derken o lanet tüfeğin gürlemesini duyuyorum yine.
Kovayı tutan halat, patlayarak kopuyor.
Dev kova, gıcırtılarla halattan kurtularak düşmeye başlıyor. Taş platforma çarptığında, ciğerlerimdeki hava boşalıyor. İskelenin temellerinden sarsıldığını hissediyorum, sonra her şey tepetaklak oluyor.
Dünya, tonlarca balık artığıyla beraber başıma geçiyor.
Zorlukla doğrulup, kaçacak başka bir yer arıyorum. Gangplank'in itleri yaklaşıyor, bazıları geldi bile.
Sersemlemişim. Yükleme limanına bağlanmış ufak bir kayığa doğru sürüklüyorum kendimi. Daha yarı yolu bile alamamışken bir tüfek patlıyor ve kayığın omurgası paramparça oluyor.
Kayık batarken ben de dizlerimin üzerine çöküyorum. Tükendim. Kendi kokumdan zor nefes alıyorum. Malcolm tepemde dikiliyor. Nasıl becermişse becermiş, o da inmiş buraya. İner tabii.
Graves beni baştan aşağı süzüp "Façan bozulmuş bakıyorum?" diye sırıtıyor.
"Sen hiç akıllanmayacak mısın ya?" diyerek ayağa kalkıyorum. "Sana ne zaman yardım etmeye çalışsam, sen-"
Yere, ayaklarımın dibine ateş ediyor. Bir şeylerden seken bir parça baldırıma saplandı, eminim. "Bir durup dinle-"
Dişlerini sıkarak "Dinlediğim yetti," diyor. "Hayatımızın en büyük vurgununu yapacaktık ama bir baktım, sen toz olmuşsun."
"Toz mu olmuşum? Sana demedim mi-"
Yine ateş ediyor, yine üstüme taş parçaları yağıyor ama artık umursayacak halim kalmadı.
"Kaçalım diye uğraşıyordum. Herkes işin boka sardığını fark etmişti," diyorum. "Ama sen vazgeçemedin. Hiç beceremezsin vazgeçmeyi." Farkına bile varmadan, elime bir kart alıyorum.
Bana yaklaşarak "Sana o zaman da söyledim, arkamı kollasan o iş bitmişti," diyor. "Tereyağından kıl çeker gibi kaçıp zengin olacaktık. Ama sen kaçtın." Bir zamanlar ortağım olan kişi, yılların nefreti altına gömülüp yok olmuş sanki.
Başka bir şey söylemiyorum, çünkü artık gözlerini görebiliyorum. İçinde bir şeyler ölüp gitmiş.
Omzunun üstünden bir parıltı görüyorum. Çakmak taşlı tabancayla ateş edildi. Gangplank'in tayfası geldi.
Kartı düşünmeden fırlatıyorum. Havayı yararak Graves'e gidiyor.
Tüfeği gürlüyor.
Kart, Gangplank'in adamının icabına bakıyor. Tabancası Malcolm'un sırtına hedeflenmişti.
Arkamda bir başka tayfa yere seriliyor. Elinde bıçak var. Graves onu vurmasa, gık diyemeden ölecekmişim.
Bakışıyoruz. Can çıkar, huy çıkmaz.
Gangplank'in adamları artık etrafımızı sardı. Bizi aralarında sıkıştırıyorlar, bağırıp yuhalıyorlar. Çok kalabalıklar, savaşamayız.
Bu Graves'i durdurmuyor elbette. Tüfeğini kaldırıyor ama fişeği kalmamış.
Başka kart çekmiyorum. Anlamsız olur.
Malcolm haykırarak adamlara dalıyor. O da öyle biri işte. Tüfeğinin kabzasıyla şerefsizlerden birinin burnunu kırıyor, sonra kopuklar üstüne çullanıp onu yere çökertiyorlar.
Birileri kollarıma yapışıp sımsıkı tutuyor. Malcolm'u zorla ayağa kaldırıyorlar. Yüzünden kan damlıyor.
Etrafımızdaki süprüntülerden yağan ıslıklar, hakaretler, haykırışlar birden duruyor. Uğursuz bir sessizlik çöküyor.
Haydut kalabalığı ikiye ayrılıyor, aralarından geçen kırmızı paltolu biri bize doğru yürüyor.
Gangplank.
Yakından bakınca, düşündüğümden çok daha iri yarı ve biraz daha yaşlı. Yüz hatları sert, yüzünde derin kırışıklar var.
Bir elinde bir portakal var. Kısa uçlu bir oyma bıçağıyla portakalın kabuğunu yavaş yavaş soyuyor. Her kesiği özenle atıyor.
"Söyleyin bakalım delikanlılar," diyor. Sesi kalın, hırıltılı. "Kemik oymacılığından anlar mısınız?"