Sekiz-on yaşlarındayken, çok merak ettiğim için anneme sordum:
"Anne! Zeynel Eniştem neden yürüyemiyor?"
"O gazi yavrum. Çanakkale Gazisi. Yani orada savaşmış, orada yaralanmış."
"Yaralanmış mı?"
"Yanında bomba patlamış. Ve yedi şarapnel parçası vücuduna saplanmış. O parçalardan altısı, zor bir ameliyatla çıkartılmış. Fakat yedinci parça, o günün imkânlarıyla bulunamamış.
Son parçayı bulmak için daha sonra birkaç kere ameliyat etmişler. Fakat bu ameliyatlar sırasında, bacak damarlarını da yanlışlıkla kesmişler, enişten sakat kalmış. Bu yüzden de yatalak hale gelmiş."
Zeynel Eniştem, annemin ablasının, yani teyzemin eşiydi. Evleri de bizlere çok yakında. Bayramlarda ilk olarak oraya gider, teyzemin elini öptükten sonra, Zeynel Eniştemin hiç kalkmadığı yatağının başına yanaşırdım.
"Bayramın mübarek olsun enişte!"
"Sağolasın evladım. Boyun biraz daha uzamış sanki."
Eniştemin başından geçenleri, onun ağzından duymaya can atıyordum.
Bunu kendisine söyleyince sevindi. Anladığım kadarıyla o günleri tekrar yaşamak istiyordu.
Gözleri dalarak konuşmaya başladı:
"Askere alındığımda henüz yirmi yaşına basmamıştım. Belki de on dokuzunda bile değildim. Çok kısa bir eğitim döneminden sonra, bizi hemen cepheye gönderdiler. Seddülbahir Bölgesi'ydi gittiğimiz yer, ortalık kıyamet günü gibiydi. İşgal güçleri, peş peşe çıkartma yapıyorlardı. İngiliz ve Fransız gemileri, çıkartma yapmadan önce bulunduğumuz tepeleri yoğun bir şekilde bombalıyordu. Tepelerin altı üstüne geldiğinde, "Artık Türklerin tamamı ölmüştür" diye düşünüp kıyıya asker çıkartıyorlardı. Onlar karaya çıkınca, biz de siperlerden fırlıyorduk tabi ki. Allah'ın yardımıyla, çıkanları denize döküyorduk."
"Denize dökmek ne demek?"
"Düşmanı denize kadar püskürtmek demek... Yani kovalamak demek anlayacağın..."
"Silahla mı yapardınız bu işi?"
"Önce ateş ediyorduk tabi ki. Daha sonra içlerine dalıyor ve onlara süngüyle saldırıyorduk. Çok kanlı bir savaştı. Bildiğin mavi deniz, kırmızıya dönmüştü. Her yer insan parçalarıyla, kol, bacak ve parmaklarla doluydu. O parçaların çoğu, ne yazık ki bizim askerlerindi. Gemilerle atılan bombalarla kopmuşlardı. Düşmanlarla boğaz boğaza çarpışırken bile, gemilerden bomba atıldığı oluyordu."
"O zaman kendi askerleri de ölmüyor muydu?"
"Bu işi mecburen yapıyorlardı. Bu sırada onlar da ölüyorlardı ama biz de mecburen siperlere dönüyorduk. Biz çekilince, zor durumda kalan askerlerine yardım gönderirlerdi. O kadar şehit verdik ki ayak basacak yer bulamıyorduk. Biraz önce birlikte olduğumuz, konuşup helalleştiğimiz şehitlerin üstüne basarak yürürdük."
"Nasıl yaralandınız?"
"Çarpışmalar sırasında yanımda müthiş bir bomba patladı. Bombanın patlamasını duydum o kadar, gerisi rüya gibi... Daha sonra arkadaşlarım söylediler. Vücudum kanlar içinde kalınca, sıhhiye (sağlık ekibi) beni öldü zannederek ilgilenmemiş. Binlerce yaralı varken şehitlere bakılmaz tabi ki. Onları, çarpışma bitince kaldırırlardı."
"O durumda ne kadar kaldınız?"
"Ne zaman gözümü açtım bilemiyorum. Ama öğle vaktiydi. Bombardıman durmuştu. Bizim askerler de başka bir yere çekilmişti. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Nerede bulunduğumu anlamaya çalıştım. Yaralı askerlerden inleme sesleri geliyordu. Fakat o sesler, uzaklardan yankılanan bir tüfek sesiyle birden kesiliyordu. Biraz sonra olup bitenleri fark ettim. Bizi düşman gemilerinden dürbünle gözlüyorlar ve yaralı olanları, yani kımıldayanları gördüklerinde keskin nişancıların kullandıkları dürbünlü tüfeklerle tek tek vuruyorlardı. Çok ağır yaralıydım, kan kaybetmeye devam ediyordum. Ama belki hepsinden de kötüsü, şehitlerin kanlarına üşüşen milyarlarca karasineğin ağzıma ve burnuma girmeye çalışmasıyla çok büyük bir işkence çekiyordum. O sinekleri yüzümden kovmaya kalksam, beni de vuracaklarını çok iyi biliyordum. Karanlık basana kadar hiç kımıldamadan yattım. O saatlerin her bir dakikası, bir yıl kadar uzun gelmişti bana."
"Karanlık basınca ne yaptınız?"
"Güneş batıp ortalık kararınca, Türk birliğini aramaya başladım. Hiç gücüm kalmamıştı. Aç ve susuzdum, tek bir adım atacak durumda değildim. Yerlerde sürünerek ilerlerken, Rabbim şahit, bir ihtiyar çıktı önüme, bana sıcak ekmek verdi, su verdi. Hâlbuki o sırada, kuru peksimetten başka bir şey bulunmuyordu. Bulunsa da zaten bize nasip olmazdı. O ihtiyar kimdi bilemiyorum. Verdiği ekmeği yiyip suyu içince, bir anda kuvvet geldi vücuduma. O güçle ilerledim ve birkaç saat sonra birliği buldum. Onlara yaklaşınca, "Kimsin?" diye bağırdılar, parolayı sordular. "Ben Zeynel'im" deyince de inanmadılar. "Biz gözümüzle gördük, Zeynel öldü!" dediler. Daha fazla konuşacak kuvvetim yoktu, düşüp kalmışım. Yanıma gelince tanımışlar tabi ki, çok şaşırmışlar. Ve beni hemen ameliyata götürmüşler. Bombanın parçaları jilet gibi keskindi. Biri hariç hepsini çıkartmışlar. O tek parça içimde geziyormuş, ama şimdi nerede bilmiyorum."
Zeynel Eniştem, bu sohbetten altı yıl sonra vefat etti. İnşallah gazilikten sonra şehitlik mertebesine de ulaşmıştır.
Çanakkale'de 300 bin civarında şehit verdik.
Mekanları cennet olsun inşallah.