1897, Nisan sonu
Fransa, Chartreux
Yaşlı Cher, peltek ağzıyla "Artık buralardan gitsek iyi olur!" diye seslendi kalabalığın arasından. Eski, uzun kollu içliği, bükülmüş beli, seyrek ve uzun saçları ve kenarları yıpranmış deri kemerin ince belinde zar zor tuttuğu keten pantolonuyla öylece duruyordu işte. Düştü düşecek bir hâli vardı.
Andrei çekingen bir tavırla kirli elini kaldırdı, "B-bence de gi- gitmeliyiz." diye birkaç kez kekeledi. Ardından, çevresinde toplanmış duran kalabalığı merakla süzerken Erika ile bakışları buluşunca yeniden konuşmaya karar verdi: "İnsanlar a- artık gösteriye ge- gelmiyorlar ve... Ve bizlere p- pislik gibi, sanki günah i- işliyormuşuz gibi bakıyorlar." Koyu sarı saçları terden alnına yapışmıştı. Bu kez yalnızca Erika'nın bal köpüğü buklelerine bakarak konuşmasını sürdürdü: "Da- daha geçen gün pa- pazarcının Erika'ya bağırdığını gö- gördüm."
Efendi, ellerini birleştirerek ileriye, Erika'ya doğru çenesini kaldırdı, "Neler oldu, Erika? Hadi anlat bize." dedi zoraki bir sevecenlikle. Bunun üzerine Erika da aynı utangaç hareketi yineleyerek ama biraz da sitemle Andrei'ye ve Efendi'ye baktı. "Doğrudur, Efendi. O adam bizim yalancı ve hırsız olduğumuzu söyledi. 'Yüzünüzü görmek istemiyoruz, gidin ve geri gelmeyin.' dedi", diye anlattı. "Artık bize hiçbir şey satmayacakmış."
"Peki bunları neden söyledi?"
"Fiyatları katlayarak ürün sattığını söyledim."
Bu kez kaşlarını alnı kırışacak denli kaldırarak gür bir sesle "Bu doğru mu?" diye sordu. Erika da hızlıca birkaç kez başını salladı. "Doğrudur, Efendi. Onu bir müşterisine bize sattığından çok daha ucuza sebzeler satarken gördüm." dedi telaşla.
Kalabalığın arasından da onay sesleri ve uğultular yükseldi.
Dev çadırın ve kalabalığın gerisinde duran ve bu konuşmalara kulak misafiri olan bir grup erkeğin içinden Filipescu, Anton'a fısıltıyla "Bu ne saçmalık böyle?" dedi. "Hayatlarını tehlikeye atışlarına gülüp eğlenirken, aralarından birinin yatağında sabahlamayı hayal ederken bunları söyleyemiyorlar ama. Ne nankörlük!"
Anton sessiz kalıp kalabalığı seyrederken Anghel, Filipescu'nun kaliteli kumaştan dikilme lacivert ceketine elini koydu. "Yaptığın iyiliğin karşısında insanların ruhlarını bekliyorsun, küçük dostum." diye fısıldadı. Çocuk, "Neyse ne!" diyerek adamın elini itti.
"Sohbetimize katılmayı düşünür müydünüz, Genç Efendi?" diye seslendi Efendi.
Filipescu arkasına dönüp Efendi'ye ve kalabalığa bir göz attı, ardından o pürüzsüz sesiyle "İnsanlar, insandır. Riyakârlıktan yoğurulmuş hamurları. Gitmek neyi değiştirir ki? Sadece yeni bir gürültü..." dedi.
Efendi'nin bakışları bir kat daha acımasızlaşmıştı. "Peki, ne önerirsiniz?" diye sordu. Genç Efendi'nin yüzü dalgacı bir tebessümle karıştı, sonra yeniden ciddileşerek kalabalığa doğru yükseldi. "Ah... Ne söyleyebilirim ki? Sirkin sahibi ben değilim ya." diye yanıtladı. Anton neredeyse, daha fazla uzatmaması için, uyaracaktı onu. Neyse ki Efendi iyi bir akşamındaydı ki Filipescu'nun ukalalığını hoş gördü. "Taşınmaya itirazı olan var mı?" diye sordu. Kalabalık, bir süre kendi hâlinde kaynadıktan sonra sorusunu iki kez daha yineledi. İtiraz eden olmadı.
Havanın kararmış olması nedeniyle çadırlarına dağılmakta aceleci davranan kalabalığın üzerine Constantine çıkageldi. "İyi akşamlar, beyler."
Her biri, aynı kibar üslupla, selamladılar onu. Filipescu, soylu çocuk giysilerini giymiş, memnuniyetsiz bir ifadeyle ceketinin kolundaki toza parmağıyla vuruyordu. Her zaman yanında duran iri cüsseli Gabi, halka biraz daha ayak uydurmak ister gibi eski püskü giysiler giymiş, kafasından hiçbir düşünce geçmeyerek dikiliyordu. Anton yalnızca eski, geniş yakalı beyaz bir gömlek ve daha yeni, siyah kumaştan bir pantolonla yetinmişti. Yüzünden, hiçbir duygunun ışığı yansımıyordu. Anghel ise yalnızca Anton'dan, birkaç yıl, genç olmasına rağmen daha enerji dolu görünüyordu. Elini sallayınca dantel manşeti havalandı. "Zavallı insancıklar. Ne kadar da yazık." diyerek teatral bir hüzün ifadesi takındı. Uzun, incecik telli sarı saçlarını ensesinde mor bir kurdeleyle bağlamış, krem renkli uzun bir ceketi de sırtına geçirmişti. İnce, uzun, fildişi rengi parmakları, çok eklemli bir kuklanınkiler gibi tıkır tıkır, bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Constantine, bu mekanik hareketlenmelerin hayalî bir piyano ezgisi olduğunu bilecek denli tanımıştı Anghel'i. Anghel, huzurlu melek heykellerini andıran pürüzsüz yüzünün en nadide parçasını bahşeder gibi hızlıca açtı gözlerini. Gözleri, çikolata gibi yoğun kıvamlı ve tutkuluydu. Her ölümsüzün tadacağı ölüm uykusundan fersah fersah uzakta kalacak bir tutkuydu bu. Elini usulca çenesinin yumuşak kıvrımında dolaştırdı.
Sonunda Anton, bu sessizlikten sıkılmış olacak ki, "Chartreux'dan ayrılmaya ne diyorsunuz, dostlarım?" diye sordu.
Anghel'in dantel manşeti ani bir hareketle sallandı. "Bence bu, Fransa'ya bir veda."
Filipescu, koyu mavi gözlerini uzaklara çevirdi. "Başka bir yere alışmak epey güç olacak."
Anton, gerilen dudaklarıyla kibarca gülümsedi, "Belki daha az çamurlu bir yere gideriz."dedi. "Ancak açık konuşmak gerekirse Bay Filipescu'ya katılmadan edemeyeceğim. Fransa'yı terk etmek benim için de çok güç."
Anghel Albescu, kollarını birleştirip iğneleyici tavrıyla "Belki Bay Constantine, sonraki durağımızı biliyordur." dedi, yalnızca gövdesini ona çevirerek. Constantine tebessüm ederken smokininin yakasını düzeltti. "Korkarım bu konu hakkında bir duyum almadım."
Gözlerini yeniden gruba çeviren Filipescu kızgın bir alayla, "Duyum mu?" diye sordu. "Efendi'ye çalışıyorsun ya hu!"
Genç adam kıkırdadı, "Sohbetinize doyulmuyor, dostlarım lâkin Anghel Albescu'yu bir süre ödünç almalıyım." deyip adamın omzuna elini koydu. O da centilmence veda ederek dostuna katıldı; başını hafifçe eğdi ve "İyi akşamlar, beyler." dedi. Yanlarından epeyce uzaklaşıp çadırın çıkışına vardıktan sonra "Bir sorunumuz olduğunu tahmin ediyorum." dedi, saçlarını zarifçe havalandırırken.
Constantine, başını iki yana salladı, meşalelerin sıcaklığı yüzünün kıvrımlarında hareketlendi. "Bana kalırsa bir sorun değil, sadece senin herkesten önce öğrenmeni istediğim bir mesele." deyip susunca Anghel'i meraklandırdı, hızlıca iç çekip devam etmesi gerektiğini belli edene dek de konuşmadı. "Dünya artık biz ölümsüzler için gittikçe tehlikeli bir hâl alıyor. Efendi de bunun farkında. Belki uzun süre sonra ama önünde sonunda büyülülere ihtiyacımız olacak."
"Gizlilik için mi?"
"Gizlilik için."
"Bu ölümlülere böylesine önemli görevler verme düşüncesi beni dehşete düşürüyor."
"Biliyorum, bu yüzden sana yalnızken söylemeyi uygun gördüm. Senin dehşetine bir kez daha tanık olmak istemiyorum."
Anghel elini salladı. "Meraklanma, senin beni düşündüğün kadar ben de seni düşünüyorum."
Constantine bir an için sırıtarak Anghel'i ne kadar düşündüğünü düşündü, sonra ciddileşerek "Bunu duyduğuma sevindim." dedi.
Anghel temiz havayı içine çekerek çamurlu toprağın üzerinde, yağmurdan sonra bitivermiş mantarlar gibi garip şekilli ve düzensiz çadırlara doğru yürürken durdu, arkasında durmuş ona bakmakta olan adama döndü. "Constantine, seni yıllardır tanımama rağmen hakkında hâlâ bir yıldız kadar az şey bildiğimi seziyorum." dedi. Uzun kollarını iki yana açıp tok bir sesle "Bu insanların peşlerine takılmamın tek sorumlusu sensin, 'bunu' biliyorsun." dedi. Sonra tebessüm ederken kollarını indirdi. "Şimdi ne olur bana müsaade et, kendi bileklerimle yaşayamam." deyip döndü ve gitti.
Constantine, dostunun ona iyi bir gece dilemeyişinin nedenine güldü ve çadırlar arasında yürüyen, buraya ait olmadığı gün gibi ortada olan yaşlı ruhlu adamın ardından öylece baktı. Adam, dönüp bakmadan, birkaç kez el salladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Maskeli Adam
FantasyConstantine, 3. Cadde'deki orta halli binalardan birinin çatı kenarı boyunca umarsız adımlarla yürüdü. Nemle ağırlaşan hava bir sağanak habercisiydi. Güneş batalı birkaç saatten fazla olmuştu. Bastonunu çevirerek parmak uçlarında birkaç adım daha at...