Merakımdan kurtulup hissiz ve bir o kadar da gereksiz hayatıma geri döndüm. Yavaş yavaş rutubet kokmaya başlamış duvarın dibinden eski mavi bir kalem alıp kabarmaya yüz tutmuş parkenin üzerine fırlattığım müsvedde defteri aldım ve boş bir sayfaya karalamaya başladım. Bir yandan içimdekileri döküyor, bir yandan da acı geçmişimi hatırlayıp içimi sömürüyordum. Sıkıldığım bir anda eski kalemi defter ile birlikte odanın köşesindeki eski ahşap masanın üzerine bıraktım.
Masanın üstündeki poster büyüklüğündeki fotoğrafı inceledim; annem: Güneş gibi parlak saçları, yeşil gözleri ile ilerleyen yaşına rağmen çok güzel bir kadındı. Her ne kadar babam fotoğrafta olmasa da o da kahverengi saçları, gece gibi mavi gözleriyle yakışıklıydı. Kardeşim Hande: Sarı, düz saçları ve yemyeşil gözleri ile çok tatlıydı.
Onları gerçekten özlüyorum. Seslerini, gülüşlerini, bakışlarını...
Hayat herkese bir acı verir. Kimine küçük kimine büyük. Lakin burada amaçladığı şey ise verdiği her acının yarasını kapatacak merhemi de zamanla bir el aracılığıyla gönderir. Fakat bu elin arkadaş mı, akraba mı olduğu bilinmez. İnsanların bu umuda sıkı sıkıya tutunmalarını ister. Çünkü umudu ellerinden bıraktıklarında dibe batacaklarını bilir, en dibe. Dibe batan bir insanın o bataklıktan çıkması zordur. Bu yüzden karanlıkta dahi yürüsen umudu bir ışık misali tutmalısın ki yolunu aydınlatsın.
Beynim kendini bunlarla bütünleştirirken birden o düşünce hücum etti damarlarıma: O yangının neden çıktığını bile bilmiyorum hâlâ. Onlar beni yalnızlığa terkederken geride bu soruyu cevapsız bıraktılar. Bu soru zihnimi kemirircesine her dakika aklımda. Hayat bana o sorunun cevabını zamanla öğretecek miydi? İliklerime kadar hissettirebilecek miydi? Belki hiç kurcalamayıp yalanlarla yaşamayı öğrenmeliydim. Mutluluk için, huzur için, acısız bir hayat için.
Çömeldiğim eski, yer yer tavandaki birkaç delik sebebiyle ıslanmış, yavaş yavaş sarı rengini siyahla karıştırarak özünden uzaklaştırmış kilimin üzerinden kalktım ve ahşap masanın yanına gittim. Üstündeki poster büyüklüğündeki fotoğrafı dikkatle incelemeye başladım. Dokunsam geri geleceklermişçesine hissettim onları, en derinde. İçimin derinliklerinde o kadar çok şey saklamıştım ki onları çıkartırken kesikler eşliğinde acımı arttıra arttıra çıkıyorlardı o boşluktan.
O fotoğrafı çok net hatırlıyorum. Zihnimin en ücra yerine bir mektup misali saklanmış, bir gün unutulacağı günü bekliyor hüzünle.
Lakin benim anlayışım da bir tuhaftı. Hatıralarımı zihnimin boşluklarında saklayıp, acılarımı içimin en derinine bir çöp misali savuruyordum. Çünkü hatıralarımı seviyor onları unutmak istemiyordum. Fakat acılarım için aynı düşüncelere sahip değildim. Tam tersi acılarımdan nefret ediyor, bir gün onlardan kurtulacağım zamanı bekliyordum.
Fotoğraftaki günü düşündüğümde dudağımda belli belirsiz bir tebessüm oluştu.
Sahil kenarına gitmiştik. Sahile ulaştıktan bir süre sonra bulutlar kavga edermişçesine bir şimşek düşürdüler ellerinden sonrasında ise gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı. Uzandığım kumun üzerinden kalktım usulca. Bulutların yaşları eşliğinde, içimi dolduran bir huzurla kendi etrafımda dönmeye başladım. Yağmurun altında bir süre durduğumda ruhumu temizlediğime inanırdım hep. Yağmur kirli duygularımı alıp uzaklara götürürdü. Hiç kimsenin bulamayacağı ıssız yerlere. Bu yüzden yağmurlar benim özgürlük kaynağımdı.
O yağmur saçlarımı usulca okşayıp yavaşça bedenimden aşağı kumlara doğru ilerlerken her şey o kadar yavaş ilerliyordu ki kendimi bir anda Aleyna -kardeşim- ile gülüşürken buldum. Onun o sıcak gülüşü öyle işlemiş ki içime her düşündüğümde içimi ısıtıyor.
O günün son mutlu günümüz olduğunu bilseydim sımsıkı sarılırdım onlara. Doya doya kokularını tenime hapsederdim...
O gecenin yangınında terketmişti ailem. Ölerek beni yalnızlığa terketmişlerdi. Hüzüne, yasa terketmişlerdi. Yangından kurtularak hayatımın en büyük hatasını yapmıştım. Evden teyzem ve beraberinde getirdiği itfaiyeciler sayesinde yükselen alevlerin ve yoğun bir is dumanının eşliğinde çıkabildiğimde artık ne bir evim ne de bir ailem kalmıştı geriye. O yangından yalnızca o puslu fotoğraf kurtulabilmişti.
Bir yandan hatıralarımı anımsayıp göz bebeklerimden usulca yaşlar süzülürken bir yandan yağan yağmuru dinliyordum. Yağmurun o gürültülü sesi akan yaşlarımın arasından bir fırtına misali kopan hıçkırıklarımı az da olsa gizleyebiliyordu. Bu durumlarda hep imkansız hayaller kurardım. Gerçekleşmeyeceklerini bile bile.
Hayallerim de yağmurla birlikte ıslanıp yok oldular. Yok oldukları sırada içimde bir sızı belirir. Boğazıma takılan sıkı bir düğüm yutkunmama engel olur. İçimde fırtınalar kopuyor. Onlarla birlikte içimden bir parça da kopuyor, geçmişim. Yağmur sanki kendisiyle beraber geçmişimi de götürüyor gittiği yere. Benden, içimden çok uzağa. Denize atıyor onları. Kanlı cam parçaları denizin masmavi suyunda temizleniyor, hayat buluyor adeta. Doğa onları hayata geri kazandırıyor, plastik bir şişe misali.
Düşüncelerimden çakan bir şimşek sayesinde ayrılıyorum. Bir çift gözün hayali beliriyor karşımda. Orman yeşili gözler bir anlığına da olsa unutturuyordu acı geçmişimi bana. Ya onun gözlerinde gördüğüm duygular? Hepsi pişmanlık torbasına mı aitti?
Anlık bir düşünceyle çıkıyorum kulübenin kapısından. İçimde kalan son umut kırıntısıyla bekliyorum onu. Lakin o umut kırıntısı da yağan yağmurla birlikte yok olup gidiyor. Nefretim daha da artarken bağırıyorum gök gürültüsü eşliğinde. Nefretimi kusuyorum. Ahşap merdivenlerden çıkarken bir elin kolumu tutmasıyla içimde bir duygu yeşeriyor. Tarifi olmayan bir duygu. Çünkü onun geldiğini anlıyorum. Arkamı döndüğümde bir çift orman yeşili göz karşılanmayı beklercesine bir anlığına umutla parlıyor. Ağlamaktan şişmiş gözleriyle bakıyor gözlerime.
Gözlerindeki duygular o kadar net ki. Pişmanlık, yalnızlık... Benimkilerle birebir. Fakat ya peki gördüğüm o ufak parıltı? Güven miydi bu?
Birden sarılıyor sımsıkı güçsüz bedenime. Sarılmasına karşın sımsıkı doluyorum kollarımı onun boynuna. Kafamı gömüyorum omzuna. Şu anki huzuru saklı cennet gibiydi. Ailem beni yalnızlığa terketmişlerdi. O benim yeni ailem olabilir miydi?
İsmini bile bilmediğim bir erkeğe bu kadar bağlanmama sebebiyet veren neydi peki? Ben ki Andaç Kara nasıl olur da tanımadığım bir erkeğe önünde ağlayacak, en önemlisi ona sarılacak kadar güvenebilirdim. Bu düşüncelerden bir anlığına da olsa uzaklaştım ve bu anın verdiği huzurla gözlerimden yaşlar ard arda sıralanmaya başladı. Boynundaki ıslaklığı hissetmiş olmalı ki sarılmayı bırakıp kurumuş, ağlamaklı gözlerime baktı.
-Şimdi gitmem gerek. Yine geleceğim, dedi.
-Ya gelmezsen? dedim. Gözlerimin içine baktı ve:
-İlk defa sende buldum huzuru. Gelmezsem o benim ayıbım olsun, dedi ve koşar adımlarla ormanın içinde kayboldu.
İçimde kalan güveni onun lehine kullanıyorum. Ona güveniyorum. Onarabilir miydi içimdeki kanlı cam kırıklarını? İçimdeki ormanı yeşertebilir miydi gözleriyle? Geleceği o günü bekliyorum ümitle. Söylediği son cümle beliriyor zihnimde. Sahi gerçekten bende mi bulmuştu huzuru?
Önemli Bilgi: 1. "Sen 'özledim' de. Gelmezsem o benim ayıbım olsun" sözünü değiştirerek bölümde kullandım.
Arkadaşlar ikinci bölümü nihayet yazabildim. Biraz geç oldu biliyorum kusura bakmayın. Bu arada bölüm için yaptığım shop görüldüğü gibi multimedya'da. Bölüme uygun tasarlamaya çalıştım, elimden bu kadarı geldi. Bölüm hakkındaki eleştirilerinizi mutlaka bekliyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Orman Yeşili
Teen FictionOnun içinde cam kırıkları ormanı vardı. Ve o cam kırıklarını durmaksızın kanatan bir geçmişi vardı. Bu geçmişle yüzleşebilir miydi? Onun hayalleri cam kırıkları ormanında sarmaşıklara gizlenip yok olmuşlardı. O hayalleri yeniden gün yüzüne çıkartabi...