Perşembe, 6.Kasım 2008

23 4 0
                                    

'Görüşmek üzere' dememişti. Cezaevinden çıkan hiç kimse 'görüşmek üzere' demezdi. Geçen on yıl boyunca sık, hemde çok sık cezaevinden çıkacağı günün hayalini kurmuştu. Ama şimdi düşüncelerinin kapıdan dışarı, ona artık tehditkar gelen, özgürlüğe adım attığı andan daha ileriye gitmediğinin farkına varmak zorunda kaldı. Hayatı için hiç bir planı yoktu. Artık yoktu.. Sosyal çalışanın duavari konuşmaları olmadan da uzun süredir farkındaydı, dünya onu beklemiyordu ve atık çok da toz pembe olmayan yeni geleceğinin getireceklerine ve hayal kırıklıklarına kendini hazırlamalıydı. Yüksek notla bitirdiği lise eğitiminden sonra heveslendiği doktor kariyerini unutabilirdi. En iyi ihtimalle lise mezunu olması ve cezaevinde bitirdiği çilingir eğitimi ona yardımcı olabilirdi. Neyse artık hayatı karşısına almanın zamanı gelmişti.
Rockenberg cezaevinin gri, sivri demirli metal geçit arkasından metalik bir gıcırtıyla kapanırken, onu yolun karşısında gördü. Geçen on yılda eski çetesinden olup ona sürekli yazan kişi olmasına rağmen, onu burda görünce şaşırmıştı. Aslında babasının gelmesini bekliyordu. Gri bir SUV'un çamurluğuna yaslanmış, bir kulağında telefon ve aceleyle bir sigara iciyordu. Durdu. Onu tanıyınca dikeldi, telefonunu paltosunun cebine koydu ve izmariti yere fırlattı. Parke taşlı yolu geçmeden, sol elinde bir kaç parça eşyası bulunan küçük bavulunu taşıyordu, bir an duraksadı ve karşısında durdu.
"Selam Tobi." dedi telaşlı bir gülümsemeyle. On yıl çok uzun bir zamandı ve işte tam bu süre boyunca birbirlerini görmemişlerdi, çünkü onu ziyaret etmesini istemiyordu.
"Selam Nadja" diye karşılık verdi. Onu bu yabancı isimle çağırmak çok tuhaftı. Gerçekte, televizyonda olduğundan çok daha güzel görünüyordu. Daha genç. Karşı karşıya duruyorlardı, birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı, ikisi de tereddütlüydü. Soğuk bir rüzgar kurumuş bahar yapraklarını yolda hışırtıyla sürüklüyordu. Hava serinlemişti. Güneş yoğun, gri bulutların arkasında saklanıyordu.
"Tekrar dışarda olman çok güzel" diyerek kollarını beline dolayıp yanağına bir öpücük kondurdu. "Çok mutluyum, gerçekten. "
"Ben de." Ama bu iki kelimeyi söylediği anda, gerçekten öyle olup olmadığını düşündü. Mutluluk böyle bir his değildi, hissettiği bu özgürlük ya da belirsizlik hissi gibi. Onu bıraktı çünkü o, sarılmasına hiç bir karşılık vermedi. Eskiden o komşusunun kızıydı, onun en yakın arkadaşı, varlığı hayatındaki en doğal şeydi. Nadja hiç sahip olamadığı kız kardeşiydi. Ama şimdi sadece ismi değil her şey değişmişti. Erkeksi Nathalie'den, çilleri, diş telleri ve göğüsleri için utanan kızdan; ünlü ve çok sayılan oyuncu Nadja von Bredow oldu. Hırslı hayalini gerçekleştirmişti, ikisinin geldiği o küçük köyü kilometrelerce geride bırakmıştı ve toplumda kariyer merdiveninin en üst basamağına tirmanmıştı. O ise o merdivenin en alt basamağına bile adımını atamiyordu. Bugünden itibaren sabıkalıydı, suçunu çekmiş olabilirdi ama toplumun yinede açık kollarla karşılamayacağı biriydi.
"Baban bugün için izin alamadı" aniden ondan bir adım uzaklaştı, bakışlarından kaçınıyordu, sanki hissettiği bu çaresizlik ona geçmiş gibi "bu yüzden seni almaya ben geldim."
"Bunu yapman hoş" diyerek küçük bavulunu arabanın arka koltuğuna ittirdi ve yolcu koltuğuna geçti. Arabanın içi yeni kokuyordu ve beyaz derinin tek çiziği bile yoktu.
"Vay be" dedi ve hayranlikla sürücü yerini incelemeye başladı, bir uçağınkine benziyordu. "Bu süper bir araba."
Nadja sadece gülümsedi, emniyet kemerini taktı ve anahtarı takmadan bir düğmeye bastı. Motor anında hafif bir sesle çalışmaya başladı. Ağır arabayı ustalıkla ufak park yerinden çıkardı. Tobias' ın gözü, cezaevinin duvarının bitişiğinde duran devasa kestane ağaçlarına takıldı. Hücresinin ufacık penceresinden görünen bu ağaçlar, son on yıldır dış dünyayla olan tek bağıydı. Geri kalan dünya karışık bir sis misali duvarların ardında kaybolurken o ağaçların mevsimle değişimi ona tek gerçekmiş gibi geliyordu. Ve şimdi o, yargılanmış bir kız katili olarak, suçunu yattıktan sonra o sise geri dönmesi gerekiyordu. Istese de istemese de.
"Seni nereye götürmeyim? Benim eve mi?" Diye sordu Nadja arabayı otobana yönlendirirken. Son mektuplarında çokça bu teklifte bulunmuştu, bir süreliğine onun evinde kalabileceğini,ne de olsa Frankfurt'taki evi yeterince büyükmüş. Tekrar Altenhain'a dönmek zorunda kalmamak, geçmişle yüzleşmek zorunda olmamak ne kadar çekici geldiyse de bu teklifini kabul etmemişti.
Bu yüzden "sonra belki" dedi "ilk başta evime gitmek istiyorum."

*

Baş komiser Pia Kirchhoff sanak yağışta, Eschborn'daki eski askeri havalimani alanında duruyordu. Saçını yandan kısa iki örgü yapmıştı ve bir basebol şapkası takmıştı. Ellerini montunun ceblerine gömmüştü ve ifadesiz bir yüzle, ayaklarının dibinde bulunan çukura plastik bir örtü örtmekle meşgul olan, delil güvenliğinden sorumlu olan meslektaşlarına bakıyordu. Harap bir uçak hangarının yıkım çalışmalarında bir çalışan, boş bir yakıt tankında kemikler ve bir insan kafatası bulmuştur. Ardından da, bu işverenini pek memnun etmediyse de polise haber vermişti. Şimdi ise yıkım işi iki saattir durmustu, polis ortaya çıkınca çok kültürlü çalışanlardan oluşan yıkım grubu aniden ortadan kaybolmuştu ve Pia hırçın ustabaşının sayıklamalarını dinlemek zorunda kalmıştı. Adam on beş dakika içerisinde üçüncü sigarasını yakmıştı ve omuzlarını yukarı çekiyordu, sanki bu yağmurun yakasına damlamasını önleyebilirmiş gibi. Bunu yaparken kendi kendine sayıklıyordu.
"Adli patoloğu bekliyoruz. Gelecektir şimdi." Pia'yı ne çalışan kaçak işçiler ne de aksayan yıkım çalışması ilgilendiriyordu "siz de önce başka bir hangarı yıkın."
Adam "Bunu söylemek sizin için çok kolay" diye şikayette bulundu. Bekleyen yıkım araçlarını işaret ederek "bir kaç kemiğin neden olduğu gecikme bize pahalıya patlayacak." dedi.
Pia omuzlarını umursamayan bir hareketle oynatti ve sırtını döndü. Bir araba çatlak betondan geçiyordu. Yeşillikler her bir aradan kendine yol açmıştı ve bir zamanlar dümdüz olan uçak pisti şimdi tümsekli bir yola dönüşmüştü. Havalimanının kapanmasının ardından doğa, insan eli değmiş her bir engele karşı nasıl hükmedebileceğini ve onu aşabileceğini göstermişti. Pia sızlanan ustabaşını geride bıraktı ve polis arabalarının yanına park eden gri Mercedes' e yaklaştı.
"Nerde kaldın sen" diye pek de mutlu olmayan bir sesle eski kocasını selamladı "Senin soğuk algınlığın bana bulaşırsa tek suçlusu sensin."
Frankfurt adli tıp biriminin başkan yardımcısı olan Dr. Henning Kirchhoff hiç acele etmiyordu. Sakinlikle üzerine mecburi olan, tek kullanımlık tulumlardan geçirdi ve tertemiz deri ayakkabılarını lastik botlarla değiştirdi.
"Toplantım vardı" diye karşılık verdi " ve sonra da otobanda trafik vardı. Üzgünüm. Neyimiz var?"
"Eski yer tanklarında bir iskelet. Bize iki saat önce yıkım şirketi haberi verdi."
"Hareket ettirildi mi?"
" sanırım hayır. Sadece beton ve toprağı çekmişler, ardından tankın üst kısmını eriterek açmışlar, çünkü tek parça halinde götüremiyorlarmış."
"Iyi" Kirchhoff başını salladı, kanıtları toplamakla meşgul olan olay yeri inceleme ekibini selamladı ve tankın alt tarafına, plastik örtünün altındaki çukura yöneldi. Bu işin en iyi adamı kesinlikle oydu, Almanya'da bulunan az sayıdaki araştırmacı antropologlarındandı ve kemikler onun uzman konusuydu. Rüzgar, yağmuru boş arazide neredeyse yatay bir şekilde sürüklüyordu. Pia kemiklerine kadar üşüyorudu. Yağmur şapkasından burnuna damlıyordu, ayakları birer buz kütlesine dönüşmüştü ve uçak hangarında termos şişelerinden sıcak kahve içen, geçici bir süre için çalışmamaya lanetlenmiş yıkım işçilerini kıskanıyordu. Henning her zamanki gibi dikkatlice çalışıyordu, önüne herhangi bir kemik geldi mi onun için ne geçen zamanın ne de dış etkenlerin bir anlamı oluyordu. Tankın tabanına dizlerini koymuştu, iskeletin üzerine eğilmisti ve her bir kemiği inceliyordu. Pia plastik örtünün altına eğildi ve kaymamak için merdiveni tuttu.
"Eksiksiz bir iskelet" diye Henning ona açıklıyordu "kadın."
"Yaşlı mi genç mi? Ne kadar zamandır burda?"
"Onunla ilgili net bir şey diyemem. Ilk bakışta hiç bir doku kalıntısı göremiyorum yani herhalde bir kaç yıldır. " Henning Kirchhoff ayağa kalktı ve merdiveni çıktı. Olay yeri inceleme ekibi dikkatlice iskeleti çıkarmaya başladı. Iskelet adli tıpa, Henning ve adamlarının onu dikkatlice inceleyeceği yere, taşınana kadar hayli bir zaman alacaktı. Yıkım ve çeşitli yapım çalışmalarında bazen bir insana ait kemiklere rastlanıyordu. Insana karşı işlenen şiddet veya cinayet suçları otuz yıldan sonra düştüğü için, cesedin ne zamandan beri orada yattığına dair kesin bir bilgi çok önemli. Kayıplarla eşleştirme ancak iskeletin yaşı ve ne zamandan beri yattığı bilinince bir anlam verirdi. Eski askeri havalimanındaki ulaşım ellili yıllarda kesilmişti, tankların son dolum zamanı da herhalde o zamanlara ait. Belki iskelet 1991 ekime kadar yan tarafta bulunan, US kampında kalan bir bayan askere ait veya paslanmış tel örgünün ardında kalan sığınma evinde yaşamış olan birine aitti.
"Bir yere gidip kahve içelim mi?" Henning gözlüğünü çıkarıp kuruladı ve ıslanmış tulumu çıkardı. Pia eski kocasına şaşkınlıkla baktı. Mesai sırasında kahve içmeler hiç ona göre bir davranış değildi.
Bu yüzden Pia "Bir şey mi oldu?" diye sordu.
O derin bir iç çekti ve " biraz dertliyim" diye itiraf etti "ve senin fikrine ihtiyacım var."

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Sep 29, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Pamuk PrensesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin