1

33 3 2
                                    

Geceydi, ben de kilitli kapıların, kurşun geçirmez camların arkasında yalnızdım.

Dışarıda İstanbul, Şubat ayının karanlığına gömülmüştü.

Son iki yıldır, haftanın altı günü, gecenin 10'unda buraya giriyor, sabah 7'de çıkıyordum.

Ne mutluydum ne de mutsuz. Çalıştığım oda sıcak, iş hafifti. Kişiliğimden ötürü konuşmayı pek sevmezdim. Bu yüzden işimde pek konuşmazdım ve bundan ötürü mutlu sayılabilirdim.

Gecenin alışılagelmiş düzenini bozacak bir emir veren kimse bulunmadığından görevim, kişisel aktivitelere zaman ayırmama da olanak sağlıyordu.

At yarışlarına ilgi duyuyordum. Her gün bir saatimi at yarışı gazetelerine bakarak geçirirdim. Bu süre zarfında hangi yarışlara oynayacağıma karar verirdim.

Zaman, ağırlık, uzaklık, güneş ve yağış hesaplarını bitirince kitap okurdum. Polisiye romanlarını severdim ve her zaman mutlaka yanımda bir kitap bulundururdum.

İşime çok önem verirdim. Bu yüzden fazla zaman harcamasam bile mutlaka dikkatli ve özenli olarak çalışır, yemek aralarında pek vakit kaybetmez bir sandviç ve bir meyve suyuyla geçiştirirdim. İşim pek hareket etmemi gerektirmediğinden ve bende formumu korumak istediğimden ötürü iki sefer temel hareketler olan şınav ve mekik hareketlerini yapardım ve bu da bana fiziksel özelliklerim gereği fazlasıyla yeterdi. Hal böyle olunca formumu korumam oldukça kolaydı.

Boyun 1.95'e yakın, kilom 105 idi. Fiziksel olarak atletik bir yapıya sahibim. Doğuştan gelen ve benim tek sevdiğim özelliğim budur. Atletik fiziğe sahip olmamdan ötürü kilomu öğrenenler inanmakta zorluk çekerler.

İşlerim genellikle hesaplamalarla ilgili olduğundan sabaha kadar hesap makinesiyle çalışır ve sabah gelecek olan ekibe bir önceki günün hesaplarını çıkarıyordum. Hesap makinesinin tuşlarına bastıkça iri, öfkeli ve tehlikeli bir böceğin saldırmadan önce çıkarmakta olduğu vızıltılarına benzer sesler çıkmaktaydı. İşe ilk başladığım zamanlarda uzun süre bu durum oldukça canımı sıkmaktaydı. Şimdi bu ses oldukça tanıdıktı.

Ritmikti.

Yatıştırıcıydı.

Odaklayıcıydı.

Camın gerisindeki otel lobisi karanlıktı. Çalıştığım otelin yöneticileri her şeyde kesenin ağzını sıkarlardı. Hal böyle olunca karşımda duran lobi de karanlıktı.

Ön büroyu çevreleyen camlar, benden önce çalışmakta olan gece çalışanının iki kez soyguna uğraması sonucu bu önlem alınmış ancak bu önlem önceki çalışanın yaralanarak 49 dikiş atılmasına önlem olamamıştı. Sonuç olarak o da başka bir işe geçmişti.

Burada bulunmamı üniversitede, annemin ısrarları üzerine 2 yıl boyunca işletme ve ticaret eğitimleri almama borçluyum. Siyaset bilimleri okuyordum. Annem, o 4 yıllık öğrenim sürem içerisinde - kendi deyişi ile - hiç değilse işe yarayan bir bölüm okumamı sağlayamadığından dolayı işletme ve ticaret eğitimlerini almamı istemiş ve ona göre işe yarayan bir eğitim almamı sağlamıştı.

Üniversiteyi 15 sene önce bitirdim ve okulumun bitişinden 3 sene sonra annem vefat etmiş, bu ölüm beni derinden sarsmıştı. Bir yıl boyunca kendimi eve kapatmıştım. Kimseyle görüşmüyor, hiçbir şey yemiyordum.

Çalıştığım otelin adı Ilıca idi. İlk sahibi ismini hasret kaldığı memleketi Ilıca, Çeşme'den esinlendiğini duymuştum. Dışarıdan sarayı andıran otel, içeriye girdiğinde de aynı havayı uyandırmıyordu. Yeterince saygın görünmesine karşın içerisi klasik 1950'lilerden kalma denecek kadar eski bir tasarıma sahipti. Duvarlarda beyaz kaplamalar, kaplamalar ve duvar arasında pembe ışıklar otelin lobisine bir pavyon havası katıyordu. Fakat sadece otel müşteri kabul edemeyecek kadar dolu olduğu zamanlarda yakıldığından ışıkların rengini göremeden işe girmiş ve ayrılmış bir çok kişi vardı. Tropikal ağaçlar, diğer otellerde olmadığından bir farklılık olarak gösterilebilirdi. Dışarıdan bakıldığında gerçekten çok saygın bir görüntüsü olan otelin, geçmişi çok güzel günler geçirmişti fakat şuan yöneticilerin takıntıları yüzünden otele herhangi bir tadilat, tasarım yapılmaması nedeni ile çok fazla iş yaptığı söylenemezdi ama birçok otelden daha iyi durumdaydı.

Müşteriler için de durum yöneticilerden pek farklı değildi. Odalara uygun fiyatlar öderler ve karşılık olarak çok bir şey beklemezlerdi. Gecenin geç saatlerinde gelen bir iki kişiyi hesaba katmazsak, hemen hiç kimseyle konuşmak zorunda kalmıyordum. Çoğu zaman koskoca geceyi geçirirdim ve telefon santralinde tek bir ışık bile yanmazdı.

Haftalık olarak 375 lira alıyordum. Evim dediğim yer Şişli'de Feriköy'deydi. Buralar pek gelişmemişti ve en büyük kabadayıların gelip geçtiği, Türkiye'nin en tehlikeli kazası sayılabilirdi. Minik bir mutfak ve banyosu bulunan tek odalı bir daireydi.

Doğrusunu söylemek gerekirse reşit olduğum günden beridir kumarbazımdır. Üniversitenin, oturduğum evin kirasını ve giderlerimin büyük çoğunluğunu Feriköy'de bulunan bir yer altı kumarhanesinde poker oynayarak çıkarırdım. Geri kalan giderlerimi de sağda solda girmiş olduğum işlerden kazandığım parayla hallederdim ve aylık olarak 100 lira kenarı atma şansım olmuştu. Ancak okuldan mezun olduktan sonra işler umduğum gibi gitmemişti ve annemin vefatından sonra daha da kötüye gitmiş ve okulum süresince biriktirmiş olduğum parayı da kendimi hayata kapattığım zaman harcamıştım. İşler bu kadar kötüye gitmemiş olsaydı şimdiye kendime bir iş kurmuş ve günümüz şartlarında güzel bir gelirim olabilirdi.

Aslında otel Ilıca'daki işime başlamama da kumar tutkusu yol açmıştı. İstanbul'a ilk geldiğimde, barlardan birinde müşterek bahis oynatan bir herifle tanıştım. Bu otelde kalıyor, müşterilerinin de parasını ödüyordu. Bana kefil oldu ve otele yerleştim. Her hafta sonunda hesaplaşıyorduk.

Otel ucuzdu ve yeri de çok iyiydi.

Benim cebimdeki para da lüks peşinde koşmama olanak vermiyordu. Bahis oynatan herife ola borcum 1500 liraya çıkınca krediyi kesti. Dediğine bakılırsa gece işçisi işten ayrılmış, o sırada otel müdürü de çalışanın yerini alacak birini arıyormuş. Ben de üniversite bitiren birine benziyormuşum dediğine göre; toplama çıkarma yapabileceğimi anlıyormuş müşretek bahisçi.

İşi kabul ettim ama oteldeki odamı boşalttım. Her günün yirmi dört saatini Otel Ilıca'da geçirmek kimseye göre değildir. Haftalıklarımdan ayırdığım parayla bahisçiye olan borçlarımı ödüyordum. Eski borcum kapandığı için yeniden kredi açmıştı bana. Bu gece yaptığım hesaba göre yalnızca 500 lira borcum kalmıştı.

Başlangıçta kararlaştırdığımız gibi, seçtiğim atın ve/veya atların adlarını bir kağıda yazar, kağıdı da adamın resepsiyondaki mektup kutusuna bırakırdım. Sabahları 12'den önce uyanmazdı. Kısrağa 20 lira yatırmaya karar verdim. Kazanacak olursam borcumun yarısı ödenmiş olurdu.

Hesap makinesiyle yapılacak işi bitirince sandalyemi geriye ittim, bir dosya kağıdı alarak kucağıma koydum. Karşı duvardaki takvime baktım düşüncesizce. Sonra da kağıdı yavaşça yukarı kaldırdım. Ancak göğsümün düzeyine hemen hemen çeneme geldiği zaman görüş alanımın içine girdi. O gece de mucize olmamıştı. Her akşam olduğu gibi bu akşam da beklediğim mucize gerçekleşmemişti ve bu canımı çok sıkıyordu. Elimdeki kağıdı buruşturarak çöp sepetine fırlattım.

Hazırladığım faturaları düzenli bir yığın haline getirdim ve takıntılarım gereği hepsini hem alfabetik hem sayısal sıraya göre dizmeye koyuldum. Aklımı işime vermeden iş görmek bana göre değildi fakat yaptığım şeyler artık bir rutine bağladığı için bu gece dikkatsiz bir şekilde işimi hallettim. Dikkatsizce yaptığım işten ötürü masanın üzerine düzenleyerek bıraktığım faturaların tarihine hiç bakmamıştım. Bir anda fark ettim tarihi. Faturalarım üzerinde 12 Ocak yazıyordu.

Yıl dönümü..

Sırıttım. Acı bir gülüş. Olanlar tam üç gün önce bugün olmuştu..

- DEVAM EDECEK -

KELİME SAYISI : 1009

TARİH : 26.09.2015

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Sep 26, 2015 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Gece İşiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin