Promt'unu elimden geldiğince güzel bir şekilde yazmaya çalıştım. Umarım benim beğendiğim kadar sen de beğenirsin. Bu senin için lumosolem.
#7196 kelime.
Dünya'nın bağırarak haykırdığı bir gerçek: Titanic geri döndü!
Herkesin binmek için can attığı aynı zamanda 150 yıl önce yolcuların başına gelen şeyler yüzünden korktuğu bir gemi.
150 yıl önce alınan yolcu sayısı ve alınan mürettebat sayısı aynı.
150 yıl önce kullanılan yapı malzemeleri aynı.
150 yıl önce gidilen rota aynı.
Sayılı zenginlerden olan Johannah Tomlinson ve oğlu Louis Tomlinson, gidecekleri New York gezisini kıskandıracak güzellikte olan Titanic 2'de yapacaklardı. Bu fikir onları New York'ta bekleyen Daniel Tomlinson'dan gelmişti ve Titanic'i her zaman sevmiş olan Louis Tomlinson hayır dememişti. Fakat Johannah 150 yıl önce yaşanan olay yüzünden korksa da biricik oğlu onu ikna etmeyi başarmıştı.
İngiltere'nin kıyılarına sıkışmış olan Anne Styles ve oğlu Harry Styles, New York'ta onları bekleyen güzeller güzeli kızı ve ablası Gemma'ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Onları sadece Titanic 2 götürebilecekti çünkü İngiltere başkanı ile Amerika başkanın aldığı karar doğrultusunda sadece gemilerle yolcu taşınabilecekti. Kalan son parasıyla gemi bileti almayı başarmış olan Anne Styles'ın korkusu yoktu. Fakat aynısı küçük oğlu için geçerli değildi.
"Şu aptal partiye gitmek istemiyorum." dedim annemin az önce boynuma bağladığı papyonu açmaya çalışarak. "Huysuzluk etme Harold. Bu gemiye binmek için onlarca para döktüm. Bırak da tadını çıkartayım." Annem sert bir sesle söylendiğinde son kez aynada kendime baktım ve 10 dakika önce fön çektiğim saçlarımın yeniden dalgalandığını fark edince gözlerimi devirdim. "Bari izin ver de saçlarıma biraz daha fön çekip öyle geleyim." Diğer odadan seslendiğimde ayaklarındaki eski sivri burun ayakkabıların çıkardığı yüksek voltajdaki topuk sesiyle kızdığını anlamıştım. Kafasını kapının arasından çıkartıp beni kısaca süzdükten sonra konuşmaya başlamıştı. "Dikkat et. Balo üçüncü katta. Sadece 10 dakikan var. Eğer gecikirsen seni geminin kıç tarafından sallandırırım." Son sözlerinin üstüne bir de işaret parmağını da havada sallayınca işin ciddi olduğunu anlamıştım. Kafamı aşağı yukarı salladım ve siyah takım elbisemin önünü açıp banyoya ilerledim. Bu banyonun nesi vardı böyle? Her yer altın sarısıydı. Ne gerek vardı bu kadar şatafata? Basit bir masajlı küvet yeterdi. Halbuki bu banyo tıpkı şu zenginlerin alışveriş yaptığı lüks mağazalardan çıkma gibi duruyordu. Aynadaki ışıkların gözümü biraz daha rahatsız etmesine izin vermeyip ampullerin iki tanesini kapattım ve fön makinasının altına girip saçlarımı uzattım. Makine saçlarımı içine çekerek fönlemeye başladığında kapının kapanma sesi makinenin gürültüsüne eşlik etmişti. Odada yalnız kalmak 21 yaşındaki normal bir genci korkutmazdı. Fakat 150 yıl önce batan bir geminin ikincisindeki odalardan birinde yalnız kalmak 21 yaşında olsam bile beni korkutuyordu. Sırf şu Titanic 2 zırvalığına Gemma için katlanıyordum. New York'ta bizi bekliyordu ve yanında nakit parası ya da kalacak yeri yoktu. Annem ve ben geldiğimizde yanında biz olacaktık. Tabii ki bir de annemin banka hesabı. Babam bizi başka bir erkek için- ah evet bir erkek için- bıraktığından beri -annem eşcinsellerden nefret ederdi- üçümüz birlikte yaşıyorduk. Fakat Gemma üniversiteyi New York'ta kazandığında annemi de İngiltere'de tutacak bir şey kalmamıştı. Şu aptal kural dışında. Hadi ama neden jetle veya süper hızlı trenlerle gidemiyorduk ki?! Şu Titanic saçmalığı ile iki yıl önce bu kural da yürürlüğe koyulmuştu. Titanic'in anısına sadece gemiyle seyahat edilmek zorunluydu. Ve Gemma da sokakta bir sonraki sefere kadar dayanamayacağı için mecbur ilk yolcuların arasında yer alıyorduk. Üstüne üstlük kapalı alan korkum olmasına rağmen bu demir yığının içinde olmak beni germiyormuş gibi bir de bu fönlü saçlarım durmadan kıvırcıklaşıyordu! Sonunda dayanamayıp fön makinesini kapattım ve banyodan dışarı çıktım. Oda son moda olmasa da Titanic'e benzemesi için bazı dönem eşyaları barındırıyordu. Bunlardan biri de şu kocaman kuyruklu saatti. Bu saatler 2000'li yıllarda bile zor bulunuyormuş. Fakat geminin her odasında bu saatlerden vardı. Saat hakkında düşünmeyi bırakıp sonunda dakikalara odaklandığımda annemin verdiği zamanın üç dakikasını geçmiş olduğumu gördüm ve papyonumu bağlama zahmetine bile girmeden oda kartını alıp dışarı fırladım. Kesin annem beni öldürecekti. Siyah parlak süet ayakkabılarımın bağcıklarının koridora serilmiş kırmızı halıya takılmasıyla tökezledim ve boyaların, süslerin gizleyemediği metalin soğukluğunu elimde hissedinceye kadar duvara tutunmak zorunda kaldım. Derin bir nefes alıp hızlıca bağcıkları küfrederek bağladığımda kafamı kaldırıp etrafa göz gezdirdim. Kimse ortalıkta gözükmüyordu. Hızlı adımlarla ileriye doğru atıldığımda bu katta bir merdiven aramaya başlamıştım fakat gördüğüm kadarıyla bir merdiven yoktu. Yeniden bir küfür savurduğumda koridorun sonunda görünen altın renkli -şu renkten başka renk bulamamışlar mıydı bunlar?- kapıları fark ettim. Yeniden hızlı adımlarla oraya ilerlediğimde sağ tarafımda bir hareketlilik hissetsem de önemsemedim ve iki adım attıktan sonra sağ omzuma yediğim darbeyle hafifçe geriye savruldum. Benim inleyişim dışında bir ses daha işittiğimde acıdan dolayı kapattığım gözlerimi araladım ve demir kapılı asansöre yaslanmış bir şekilde anlını tutan benim gibi giyinmiş olan adama baktım. Pek fazla incelemesem de 30 yıl önce yok olmuş olan şu kravat denen şeyin boynunda olduğunu gördüğümde açıkça birinci sınıf olduğunu anlamıştım. İyi de burası ikinci sınıfların katıydı. Bu düşünce beni karşılaştırmaya itse de kendimi kaptırmadan durdum. Fakat kim bilir bizim odalarımız böyleyse onlarınki nasıldı... "Affedersin." ona baktığımı fark edince hafif ince sesiyle konuşmuştu. "Sorun değil." dedim omzumu biraz daha sıvazladıktan sonra. Alnındaki elini benim gibi ovuşturdu ve ağzında gevelediği bir şeyler ardından asansöre yaslanmayı kesti. "Sanırım sen de geç kaldın?" diye bir soru yöneltti. Benden biraz kısa kalıyordu ve ayağındaki benimkilere benzeyen süet ayakkabılar ben buradayım dermişçesine ışıltılarını gözlerime doğru batırıyordu. Takım elbisesi benimkinden kat be kat daha iyiydi ve bunu kumaşından tutun renk farkından bile anlayabilirdiniz. Sorusuna cevap vermeyip onu izlediğimi fark ettiğimde kabalık ettiğimi düşündüm ve asansörün tuşuna zorla basıp cevap verdim. "Ah evet. Bu koridorda merdiven arayarak zaman kaybettim sanırım." dedim ve hafifçe gülümsedim. Birbirimize düz olarak bakmıyorduk ve bu iyi bir şeydi. Sağ tarafımda duruyordu ve ikimiz de gelmekte olan asansörün boşluğuna bakıyorduk. "Ben de sanırım kayboldum. Üçüncü kat demişlerdi. Bir kat aşağı inecekken iki kat inmişim. Salonu arayayım derken kayboldum." Yandan bir bakış attığımda kendi kendine sırıttığını fark etmiştim. Benden bir tepki alamadığında sırıtışı kaybolmuştu ve ben girmeden asansöre girip tuşa basmıştı. Merdiven bulmak için çırpınırsam, daha fazla geç kalacak ve annemin türlü türlü gemiden aşağı sarkıtma işkencesini kafamda canlandıramadan geminin soğuk demirlerinden sarkarken düşüp -10 derecedeki suda donacaktım. Ayaklarım korkudan asansörün pahalı kaplama olduğu belli olan gri zeminine kalp çarpıntıma eşlik ederek hareket ettiğinde nefesimi tutmak zorunda kaldım. Çünkü bu asansörün her yeri beni daha da korkutmak istercesine koyu renklerini yere sermiş ve asansörden gelen ufak tıkırtılarla korkumun yanına bir de endişe de eklenmişti. Karşımdaki bu yakışıklı birinci sınıf yolcunun kapı kapanmadan zorla asansöre bindiğimde neden içeri girmede tereddüt ettiğimi düşünüyor gibi bir hali vardı. "Klostrofobi." dedim hızlıca. Beni anlamamış gibi bedenini benden tarafa çevirdiğinde içimden bir küfür savurdum. Asansörden tutun her türlü dar mekana karşı büyük bir korku besliyordum. Ya asansörde kalırsak ve ipler koparsa? Ya sıkışırsam ve içim dışıma çıkarak can verirsem? Ya kan dolaşımım durur, kalbim ağzımdan fışkırırsa? Ya nefes alamazsam? Terden ıslanmış olan ellerimi ütülenmiş kumaş pantolonumun üstüne silerken kötü düşüncelerin anası ben buradayım der gibi çığlık çığlığa bağırdığında gözlerimi kapattım. Hadi ama. Şaka olmalı bu. Cidden mi? Asansör biz daha bir kat çıkamadan durmuş olamazdı değil mi? "Klostrofobi mi dedin sen?" karşımdaki adam yeni idrak etmiş gibi sesini yükselterek konuştuğunda etrafa yardım ister gibi bakmaya başlamıştım bile. Bunu daha önce de yaşamıştım ve şu asansörlerin kaldırılması için elimden gelen her şeyi yapsam da -ki hiç bir şey yapmamıştım- lanet ölüm makineleri hala hayattaydılar. Işıklar birer birer sönerken gözlerimi sıkı sıkı kapattım ve doktorun dediği gibi birden ona kadar saymaya başladım. Sakin ol Harry. Bunu daha önce de atlattın koçum. "1...2...3...4.....10" sonunda saymam bittiğinde bunu dıştan yaptığımın farkına yeni varmıştım. "Sen cidden korkuyorsun." Sesini duyduğumda kafamı sinirle aşağı yukarı salladım. Karanlıktan korkmuyordum fakat ortam beni o kadar germişti ki şurada çöküp ağlamamak için direniyordum. 12 yaşındayken tek başıma asansörde kapalı kalmıştım ve üç saat boyunca sesim kısılıp gözlerim çatlayana kadar bağırıp ağlamıştım. Bu asansörlerden ve sıkışık yerlerden korkmamın örneklerinden yalnızca bir tanesiydi. "Herkes baloda. Nasıl bizi bulacaklar?" yeniden konuştuğunda hışımla gözlerimi açtım ve bir şey demesine izin vermeden omuzlarından tutup kendime çevirdim. "Bulacaklar ama değil mi? Sonsuza kadar burada kalmayacağız." Karşımda hafif loş ışıkta parlayan mavi gözlerini gördüğümde ellerimi omuzlarından çektim ve asansörün köşesine oturup pantolonumun ütüsüne dikkat ederek bacaklarımı hafifçe kendime çektim. Sakin olmalıydım. Bu gemi lanet olası Titanik idi. Asansörü nasıl dururdu?! Nasıl bozulurdu?! İçimden çığlık atmamak için debelenen küçük Harry'e sıkı bir tokat attım fakat bu benim güçsüzce fısıldamama engel olamamıştı. "Lütfen bizi bulsunlar." Artık karşımda ayakta dikilen ve ellerini belinde birleştirmiş olan adama bakamıyordum. Felaket tellalı gibi hissediyordum kendimi. Ya düşündüğüm ikinci şey de gerçek olursa? "Adın ne?" Sorduğu soruyu cevaplamam bir saniye bile almamıştı. Konuşmam lazımdı. Kafamı başka türlü bu dar, ölüm makinesinden uzak tutamıyordum. "Harold. Ama herkes bana Harry der." dedim bir çırpıda. "Ben de Louis, Harry." Adının Louis olduğunu öğrendiğim adam konuştuğunda dişlerimi sıkmaya başlamıştım bile. Duvarlar üzerime gelmeye başlamıştı. Bordo ve altın sarısı olan bu asansörün işlemelerini incelemek bile işime yaramıyordu. Kendimi her an ölümle pençeleşirken hayal etmekten alıkoyamıyordum. "Tanrım." İstemsizce seslice inlediğimde daha fazla dayanamadım ve yüzümü ellerimle kapattım. Bir yabancının yanında bu kadar küçük düşmek istemesem de sırtımda 55.000 tonluk bu gemi kadar yük varmış gibi hissediyordum. "Hey, hey sakin ol." Louis'nin sesi bana yakın bir yerden geldiğinde gözlerimi araladım ve onun da benim gibi çöktüğünü, dikkatlice beni izlediğini gördüm. "İyi olacaksın. Bizi bulacaklar. Ayrıca burada Titanik'ten bahsediyoruz. Birazdan jeneratörler ya da şu yeni çıkan rasaltör'ler* çalışacaktır." bir erkeğe göre tiz olan sesi kulaklarımı uğultusundan kurtarmış gibiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Life's Rope(LarryStylinson) #LFESonbahar
Short StoryTarih 10 Nisan 2062, deniz yolculuklarının arttığı, okyanusların daha işlek hale geldiği yüzyıl. Tarih 10 Nisan 2062, 24 yaşına basmış Louis ve annesinin dünyaca ünlü Titanic efsanesini sürdüren Titanic 2'ye adım attıkları yıl. Tarih 10 Nisan 2062...