Islak kelebekler gibiyiz. Bir günlük ömrümüz var ama yağmur dinmiyor ki uçalım. Kanatlarımız var, özgürüz diyoruz. Ah be!.. Yalnızca öyle sanıyoruz. Bu incecik, ıslak kanatlarla nereye uçabiliriz ki? Aşık olduğumuz gülüşlere mi? Özlediğimiz anne kokusuna mı? Huzur veren tanıdık seslere mi? O simsiyah toprağın altına bıraktığımız, yokluğuna bir türlü alışamadığımız adamlara mı uçabileceğiz sanki?
Düşüncelerimi bölen Ekin'in kulaklığımı çekip çıkarmasıydı. Her zamanki gibi onu dinlemeyişimden şikayetçiydi. "Senin için endişeleniyorum Arya. Çok mutsuz görünüyorsun bu aralar."
Gerçekten mutsuzken nasıl mutlu görünmemi bekliyordu ki anlamıyorum. Ekin'le bir yıldır birlikteydik ve beni hala tanımıyordu. Ama onu suçlayamam. Kendi kendime konuştuğum kadar kimseyle konuşmuyorum çünkü. Birlikteyiz çünkü o beni seviyor. Ben mi? Kim bilir..
"Endişelenmeni gerektiren bir şey yok." dedim o cevap beklemeyi kesip yüzünü başka tarafa döndüğünde. Ona cevap verirken bile aklımda binlerce düşünce savruluyordu. Düşünceleri takip etmeyi bırakıp başımı ellerimin arasına aldım. Gözlerim doldu. Şimdi ağlamak istemiyordum. Ekin'in yanındayken değil, hayır lütfen.
Hızla kalkıp arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Parktaki insanların bana şaşkın ve meraklı bakışlar attığını göz ucuyla görebiliyordum. Ekin'in ayak sesleriyse tam arkamdaydı. "Dur Arya! Ne yapıyorsun?!". Gözlerimden akan yaşlar rüzgar yüzüme çarptıkça geriye doğru savruluyordu, mevsim bahar olmasına rağmen yüzüm üşüdü. Ağladığım için sesimin çatlak çıkacağını biliyordum, ama ona peşimden gelmemesini söylemek zorundaydım. Bi yandan son gücümle koşmaya devam ederken bağırdım " Beni yalnız bırak! Lütfen! Lütfen gelme!" ve o an arkamdaki ayak sesleri kesildi. Yine de koşmaya devam ettim bir süre daha. Bu kadar hızlı koşabildiğimi bilmiyordum. Nabzımı kulaklarımda hissediyorken durdum. Refleks olarak arkama dönüp baktım, her ne kadar Ekin'in ben istemedikten sonra gelmeyeceğini bilsem de.
Ayaklarımın sızılarına aldırmayıp saatlerce yürüdükten sonra kendimi İstiklal'de buldum. Akıp giden kalabalığın arasına karışıp yavaşça süzülmeye başladım ben de. Zihnim yine kalabalıktı. "Kararsızlık, ne yapacağını bilememek öldürüyor insanı asıl." diye fısıldadım kendime. Ekin'in bana değer verdiğini biliyordum, onu nasıl bensiz bırakabilirdim ki.. Onu bırakıp aşık olmam gerekiyordu ama artık. Evet, bu kadar bencil bir insandım işte. Ekin eninde sonunda üzülecekti ama. Er ya da geç o yuvarlak kahverengi gözlerini üzerime dikip "bitti mi gerçekten?" diye soracaktı. Ekin buydu işte. Sıradan, sakin, sadık... Bense cevap bile veremeyecektim utancımdan, yalnızca başımı sallayacaktım gözlerimden akmak için can atan yaşları geri iterek. "Tamam." deyip gidecekti. Ekin zor bir insan değildi, belki de bu yüzden ona hiç aşık olamadım. Yine de hiçbir erkeği onu sevdiğim kadar sevmedim, elbette ki biri dışında: rahmetli babam. Ne kadar garip değil mi kendimi ne zaman kötü hissetsem babamın yanında değil de İstiklal'de buluyorum kendimi. Aslında babamın yanına yıllardır gitmiyorum. O bana iyi gelmiyor çünkü. Soğuk mezar taşları, siyah toprak korkutuyor beni. Hiç tanımadığım babam sıkıntılarımı unutmama yardımcı olamıyor. Ama bu kalabalık; şarkı söyleyen, konuşan, gülüşen insanlar... Burası ruhumun ait olduğu yer. Kafamdaki sesleri duyamadığım, düşünemediğim, hasta olmadığım yer burası. Buradayken diğer herkes gibi sıradan bir insanım ben de.
Telefonumun cebimde titremesiyle düşüncelerim dağıldı. Bir yeni mesaj. Ekin'den. " Yemek Kulübü'ndeyim, yanıma gelir misin lütfen?" İstiklal'de olduğumu bilecek kadar tanıyordu demek ki beni, yanılmıştım. Yanına gidip konuşmalıydım onunla. Her ne kadar onu üzmek istemesem de çok vaktim yoktu yeni bir hayata başlamak için. "Geliyorum" yazıp gönderdim.