İnsanın içini titretecek kadar soğuk, yoğun kar yağışlı bir Aralık günüydü. Saat çoktan gece yarısını geçmişti; buna rağmen İstanbul'un ıssız, dar bir sokağında birbirinden bağımsız yürümekte olan iki kişi vardı. İlki genç bir oğlandı. Sıradan bir türk genciydi işte, anlatılacak çok ahım şahım bir özelliği yoktu. Muhtemelen dertlenmişti ve elindeki gazete kağıdına sarılmış bira şişesiyle kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Üzerinde pek yeni olmayan siyaha yakın bir renge sahip montu, boynuna bağladığı kırmızı atkısı, kafasında atkıyla aynı renkte olduğundan takım oldukları anlaşılan bir bere ve vücudunun üst kısmının ısısını korumak için bu kadar kalın giyinmesine karşın altında ince, mavi kot bir pantolonu vardı. Sakallarının arasında kalmış dudağı düz kalın bir çizgi şeklinde dururken gözleri karşısındakileri değil de aklındakileri gördüğünü belli edercesine baygındı. Bembeyaz kara, hardal rengindeki botlarıyla bıraktığı büyük izlerle ilerlerken dışarıdan elindeki biradan dolayı kafayı bulmuş biri gibi görünüyordu fakat gerçek bu değildi. Beyniydi onu sarhoş eden; düşünceleri, hayalleri, umutları, hayal kırıklıkları...
Sokaktaki diğer kişi de ondan pek farksız değildi. Bir gram içmiş olmamasına rağmen sanki sarhoşmış gibi sarsak adımlarla ilerliyordu. Arkasındaki gence nazaran yeni dikilmiş bir fidan gibi kısa boylu ve inceydi. Şiddetli esen rüzgardan mı bilinmez, düştü düşecekti fakat yürüyüşü pek umrunda değildi. Yürüdüğünün farkında gibi de gözükmüyordu, ne kadar yürürse yürüsün; göz kapakları görüşünün büyük kısmını kapatmış olduğu için tek gördüğü yerdeki bembeyaz örtüydü ve bu görüntü hiç değişmediğinden hareket ettiğinin farkında olmaması gayet normal idi.
Oğlanın üzerindeki renk cümbüşüne nazaran onun üstündeki kıyafetler ve saçları gri-siyah tonları arasındaydı, bundan dolayı beyaz örtünün üzerinde kendini kolayca belli edebiliyordu. Üzerinde sadece uzun kollu bir kazak ve pantolon olduğu için soğuk onun vücudunu kaskatı hale getirmişti fakat bunun da farkında değildi. Şuan kendini dünyadan soyutlamıştı. Kafası içinde başka bir dünya yaşıyordu. Bu da önündeki taşı fark etmemesine, yüz üstü yere düşmesine sebep oldu.
Oğlan, bir kaç metre önündeki hareketlilikle dikkatini oraya verdi. Kızı görünce ilk anda hafif sarhoş olduğundan durumu idrak edemese de durumu anlayınca elindeki boş şişeyi yere fırlatıp hızlı adımlarla karlar arasındaki siyahlığa yaklaştı. Kızın yüzünü görmek için sağ tarafına geçtip çömeldi.
"Bacım," Bu esnada kızı omzunu işaret parmağıyla hafif dürttü fakat kızın gözleri açılmadı. "Bacım uyansana." Bir hareket olduğunu görmeyince işaret parmağı yerine elini omzuna yerleştirip az öncekinden daha güçlü sarstı. Hala sonuç alamayınca 'acaba ölmüş mü?' diye düşünmedi değil. Ama kız gözünü aralayıp kafasını ona çevirince bu düşüncenin saçmalığının farkına vararak içinden kendine güldü.
"Beni rahat bırak seni aşağılık pislik." diye mırıldandı güçlükle kız. Bu sözler oğlanın kaşlarının çatılmasına sebep olmuştu. Kızın omzu elini yakmışcasına hızla onu oradan çekti.
"Sana bir zarar vermeyeceğim." dedi. "Kalkmana yardım edebilirim. Pek..." bu sırada gözleriyle kızı baştan aşağı taradı, "...yorgun görünüyorsun. Hem neden bu kadar ince giyindin ki? Hava sıcaklığı eksilere düştü ve kar yağıyor."
"Sana ne." dedi kız gevşek ama sinirli ses tonuyla. "Defol git başımdan." Oğlan bu laftan sonra ayağı kalkıp etrafına bakındı, gökyüzü zifiri karanlıktı ve bu ıssız sokakta -binaların pencereleri de dahil- birkaç metre ötedeki sokak lambası dışında başka aydınlatma yoktu. O ikisinin dışında bırak insan, yaşam belirtisi bile yoktu. Oğlanın bu gencecik kızı bir başına burada bırakmasına gönlü razı gelmedi.
"Gitmiyorum." dedi. "Var mı diyeceğin? Gitmiyorum ulan." Ses tonundan onun çok kararlı olduğunu anlayan kız sıkıntıyla ofladı.
"Sadece...biraz kafa dinlemek istiyorum. İnsansız, huzurlu...ardından karşıma kırmızı kafalı bir enayi çıkıyor ve başımın dibinden ayrılmıyor!" Kızın sarhoş olduğunu, bu yüzden huysuzlandığını zanneden oğlan eğilip onu kollarından tutarak ayağı kaldırdı. Baktı ki kız ayakta dengede duramıyor, aldı kızın sağ kolunu kendi omzuna, öyle ayakta tuttu o küçük bedeni.
"Söyle," dedi kızın az önceki isyanını duymamış gibi. "Evin nerede? Seni evine bırakacağım."
"Rahat bırak oğlum beni, gitmiyorum eve falan." derken kızın gözleri bir açılıyor, sonra tekrar kapanıyordu. Kendini toparlamaya çalışıyordu fakat çabaları bir sonuç vermiyor, kendini her an yere yığılacakmış gibi hissediyordu. Kızın bu halini gören oğlanın içi cızladı. İstanbul sokakları pek tekin yerler değildi; her an köşeden birkaç tinerci çıkabilir, kıza zarar verebilirlerdi. Ya da kız sabaha kadar burada kalıp üzerindeki ince kıyafetlerden dolayı donarak ölebilirdi. Buna göz yumamazdı. Ailesindekiler iyi insanlardı ve o büyürken hep ona yardımsever, merhametli ve ahlaklı olmasını öğütlemişlerdi. Şu zamana kadar pek ailesine uygun yetişmemiş, asi davranmıştı ama sanki bugün büyüdüğünü hissediyordu. Büyüyüp ailesinin istediği gibi biri olduğunu... Ona bunu hissettirense bu küçük, sarhoş kızdı.
"Eve gitmiyor musun?" dedi aklına gelen fikirle. "Pekala, ben senle ne yapacağımı çok iyi biliyorum."