'ben tek başımaydım, onlar ise yalnızdı'
Bülent ParlakYolun sonunu düşünmek her zaman bir yanılgıdır. İnsan yola çıkmakla mükellef. Yolun sonu yolun sahibine ait. Uzaklarsa, hepimizin içinde yanan bir kelimeden öteye gitmez çoğu zaman.
Bu sefer öyle olmadı. Aradığı şeyin ne olduğunu tam olarak sezemese de yola çıkmaya karar verdi. Zaferden değil seferden mükellef olduğunu bildi. 'Yola çıkmanın haklı çıkmak' olduğunu anladı. Çıktı yola.
Fakat bu yolculuk, her yolculuğa benzemeyecek. Bu yol da, diğer yollar gibi değil. Bu yol, kendime varıyor. İçime. Bu yolun her adımı, münzevi bir kalemle yazılmış, gökyüzünün sırlarını katman katman soyan bir kelimedir. Her adımda, uzak ve görünmez diyarlardan kopan rüzgarların kalbimizden sürükleyip götürdüğü ince mânâları ve onların sarışınlık kokan çizgilerini yeniden keşfetme cesaretini göstermek zorunda kalacağım. Bunu bütün şiddetiyle damarlarımda hissediyorum. Hücrelerimin en kuytusuna kadar bunu duyuyorum. İnsan denen düşünen hayvanın ne olduğu da, bana sorarsanız, işte bu noktada uyumaktadır.
Böyle dedi ve düştü yola. Aslında her şey şimdi başlıyor gibiyse de, yola başlamak her şeyin bitmesi demekti. Yol, insanı adam eder. Onu da edecekti. Etmeliydi. Etmesi gerektiği yazılmıştı ezelî bilgide.
Kan ve barut kokusu dolaşıyordu şimdi damarlarında. Ta uzaklardan, kimin kimsenin belki yaşamaya bile kalkışmayacağı uzaklardan şimdi duyamadığımız fakat zamanın en kıvrak noktasında duyacağımız gerçeklerin durduğu yerden gelen şeyler dans ediyordu yüreğinde. Anlayamıyordu olan biteni. Belki de hiçbir şey olup bitmiyordu.
Evvelce böyle değildi. Evvelce, yani büyümeden. Büyümek, en yüksek kader. Zamanın eskiten gücü, hiç kimseyi es geçmez. Onu da geçmedi. Büyümeden, böyle değildi.
Bir sabah, elinde kaderinin kitabıyla, dünyaya gözlerini açtığında, her bebek gibi ağlıyordu o da. O kitabın ağırlığından olmalı bu ağlayış. Uzun sürecek -uzun sürmese bile uzun sürmüş gibi gelecek- bir maceranın, hüzün kokulu sayfalarından ilkini çevirmekti bebekleri ağlatan. Onunki de öyleydi. Bir sabah erken vakitlerde başladı hayata.
Sonra anlar, görür ve bilir hale geldi. En azından herkes öyle zannetti, kendisi bile. Gerçekten görülmesi gerekeni o gözlerle göremeyeceğinden habersiz, nefes aldı.
Adına Arif dediler. Arif, yani bilen. Neyi biliyordu yahut neyi bilecekti, bilen yoktu.
Çocukluğu mütevazı bir mahallede, şehir merkezine yakın bir evde geçti Arif'in. Daha sonra burayı gözyaşlarıyla ziyaret edeceğinden habersiz, arkadaşlar edindi. Yaşadı, sokakta yaşayan kıvrım kıvrım ağrıyı duymadan. Her çocuk gibiydi o da. Annesinin kanatları altında kendini hep güvende hissetti. Bit babası olmak ne demek hiç yaşamadı. Babası o doğmadan bir trafik kazasında ölmüştü. Annesi ona hamileyken. Tır şöförüydü babası. Ekmeğini gurbetten çıkaran hüzün insanlarından. Uzak yol şöförleri, aslında özlemleriyle öderler aldıkları paranın karşılığını. Onun babası bir de canıyla ödedi. Fazladan bir de can verdi ekmek parası için. Annesinin anlattığına göre yiğit bir adamdı Arif'in babası. Hiç görmediği babasıyla bu yüzden hep övünürdü Arif. Ona göre onun babası bit kahramandı. Annesi öyle öğretmişti ona. Bir kış akşamı hatalı sollama yapan bit tır yüzünden, virajı alamayarak, hayalileriyle birlikte devrilmişti babası.
Fakat annesi, bu kazayı öyle anlatmıştı ki Arif'e, artık Arif'in gözünde babası seferde şehit olan bir akıncı beyiydi. Olayı yalansız fakat böyle ustaca bir üslupla anlatmak ancak Arif'in annesine has bir özellikti. Edebî tarafı çok kuvvetli olan bu kadın, kelimeleri kullanmasını iyi bilirdi. Oğluna da daha küçük yaştan, okula bile gitmeden okumayı öğretmişti. Okumanın bir erdem olduğunu iyice anlatmıştı oğluna. Arif de bunu iyice benimsemiş gözüküyordu. Daha ilkokul yıllarında, akranlarının belki hiç karşılaşmadığı kitapları okuyordu. Hocaları da ondaki bu fevkaladeliği fark etmiş olacak, Arif'e ayrı bir sevgi beslerlerdi.
Daha küçük yaştan yazmaya da başlamıştı Arif. Annesini şaşırtacak derecede iyi yazıyordu. Daha çok şiire meraklıydı. Annesi oğlunda babasını görür ve bazen gözyaşlarını tutamazdı.
Duygulu bir çocuktu. Hassastı. Annesi ona öğretmişti bunu. Her şeye duygulu yaklaşırdı. Bu doğuştan becerikli kadın, yaşama sebebi olarak gördüğü oğlunun üstüne titrerdi. Yıllarca onu nadide bir çiçek gibi büyütmüştü. Bunun meyvesini de alıyordu. Oğlu, aynı annesi gibi becerikli, duygulu ve akıllıydı. Babası o yedi aylıkken Hakk'ın rahmetine kavuşmadan evvel, Arif koyalım oğlumuzun ismini, demişti de annesi yine gözyaşlarını tutamayarak, fısıltı halinde, güzel olur demişti. Arif'im diye sevmişti karnındaki canı o günden sonra. Yine kocasının öldüğü o dehşet dolu günde, vakayı muazzam bir tevekkülle karşılamış, uzun uzun gözyaşlarından sonra, karnına bakarak "Arif'im" demişti, "yetimim".
Kucağına ilk aldığı anda kocasının kokusunu duymuştu bebeğinde. Canından bir parça olmuştu daha ilk anda çocuğu. "Nur topu gibi bir oğlunuz oldu." dediklerinde, kalbini en serin ırmaklarda yüzüyor hissetti bu genç kadın. O günden başlayarak, oğlunun kendisinden bile sakınarak büyüttü.
Genç yaşta yol arkadaşını kaybetmesinin hüznünü oğluyla bastırdı kadın. Kimseye muhtaç olmadı. Kimseye el açmadı. Namusuyla yaşadı. O da küçük yaşta annesini kaybetmişti. Babası onu hiç bırakmadı. En zor günlerinde hep yanında oldu kızının.
Fatma Hanım'ın babası eski bir şairdi. Edebiyatı kızına da öğretmişti. Babası gibi yazmasa da Fatma Hanım da çok okur ve çok düşünürdü. Edebiyata bir üniversite hocası kadar vakıftı. Arif bu konuda şanslı sayılırdı. Hem annesi hem dedesi Arif'i çok iyi yetiştirmemişlerdi. Dedesinin Arif'in kucağında divan şiirinden mısralar okuması, Fatma Hanım'ın sık karşılaştığı bir manzara sayılırdı. Çocuk heceleye heceleye, zar zor okur, sonra dedesi ona bir mükafat vererek ona şiirin manasını anlayabileceği şekilde anlatırdı.
Arif'in dedesi Agah Bey'in eski bir hoca olduğu ve siyasi meselelerden dolayı hocalığına son verildiği de söylenirdi. Fakat Agah Bey bunu yalanlar, ben kendi kararımla istifa ettim, derdi.
Agah Beyin, yazdıklarından dolayı hükümetçe pek sevilmeyen biri olduğu herkesçe bilinirdi. Eski bir derviş olduğunu da kendi yazılarında söylemişti. Çocuklarına da dini iyi öğretmiş, onları bu konuda hassas yetiştirmişti. Haftada bir gün çocuklarını ve torununu da yanına alarak Mesnevi okuyup şerhederdi. Agah Bey'in üç çocuğu vardı. Fatma ortancaydı. Büyükleri Mehmet evli ve iki çocuk babasıydı. Küçükleri Şeyma ise daha lise yıllarındaydı.
Bir gün yine Fatma, Şeyma ve Mehmet toplanmışlar babalarından dersi bekliyorlardı. Arif geç kalmıştı. Annesi de tedirgin olmuştu. Okuldan bu saatlerde dönmesi gerekirdi.
Birazdan telefon geldi. Fatma açtı. Herkes ona meraklı gözlerle bakarken o ağlayarak şöyle diyebildi:
"Arif merdivenlerden yuvarlanmış. Hastaneye gidiyormuş."