İleri yalnızlık teknikleri

550 7 1
                                    

Son dönemde o kadar çok yalan söyledim ki artık yalanlarımı hiç karıştırmıyorum. Normal şartlarda çok yalan söyleyince yalanların birbiriyle karışması, söylenen yalanların unutulması gibi durumlar ortaya çıkar, ama ben işte o kadar çok, ama o kadar çok yalan söyledim ki yalanlarımı karıştırmayacak seviyede bir ustalık sergiliyorum artık.

Hikaye, hayatımın tam da berbat olarak nitelendirebileceğim bir döneminde başladı. Her şey olağanüstü derecede durağandı. İşe gidip tüm gün boş boş ekrana bakıyor, akşam yalnız yaşadığım evimde dizimi izlerken küçük bir telefon siparişiyle gelen orta boy pizzamı yiyordum. Göbek yapmaya başlamıştım. Kedimin başını okşayıp ona biraz sevgi verdikten sonra biraz facebook, biraz youtube, biraz twitter, biraz telefonda sohbet, biraz da belirli aralıklarla baştan başlanan ama asla düzenli olarak devam ettirilemeyen kitabıma bakayım diyordum ki uyku vakti çoktan gelmiş oluyordu. Her gün tekrarlanan aynı döngü. Arkadaşlarla aynı konularda konuş, patrondan benzer konularda fırça ye, arada hep aynı bara gidip aynı içkiyi iç, eve dönüşte her gün aynı çukura gir. Uzun süredir CV'mde yaptığım yegane değişiklik belirli aralıklarla word dosyasını açıp İngilizce seviyemi aşağı çekmekten başka bir şey değildi. Herkesten, her şeyden öyle bunalmıştım ki hayatı artık batak oyununda kağıt saymayı bilip de yine de işini şansa bırakarak kağıtları saymadan oynayan, üstüne üstlük bir de her şeyini oyuna sürmüş adamın sonsuz umursamazlığı ile aynı paralelde yaşıyordum. ‘Madem kağıt saymayı biliyorsun, her şeyi neden şansa bırakıyorsun?’ derseniz; hayatın karşıma güzel bir şeyler çıkarabileceğine dair kanıta ihtiyacım vardı.

Omurilikten yaşadığım, her şeye otomatik tepkiler verdiğim, sanki hiç tanımadığım birisi uzaktan kumanda ile beni yönetiyormuş gibi hissettiğim sıkıcı günlerden birinde, sıkıcı şirketimdeki sıkıcı masamda öylece oturup etraftaki her şeyi bir camın arkasındaymışçasına izliyordum. Birileri bir yerlerden bir yerlere yürüyor, fotokopi makinesinin tipik sıkıcı sesi arka arkaya duyuluyor, mesaj kutum birbirinin benzeri forward maillerle dolup taşıyordu. Küçücük dünyalarında sıkışıp kalan beyaz gömlekli lacivert kravatlı sıkıcı insanların yaptıkları işi, konuştukları konuları dünyanın en önemli hadiseleriymiş gibi lanse ettiklerine şahit oluyordum. Verdikleri aralarda beyaz gömlekler kendi aralarında türk kahvesi pişirmenin inceliklerini konuşuyor ya da iyi bir araba lastiğinin nasıl olması gerektiğini sanki çok ilginçmişçesine tartışabiliyorlardı. Bunu sadece hayatta her şeyden vazgeçmiş insanların yapabileceğinin farkında olmak, işte asıl can yakıcı olan buydu. Rüyalarından, hayallerinden vazgeçmişlerdi. Başka bir açıklaması olamazdı. Sahi ben neredeydim bu arada? Dünyayı değiştirebileceğime olan inancıma ne olmuştu. Şirketçilik oynadığımız, amerikanvari geçen her lanet olası gün onlara daha da benziyordum. Bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bundan çok da uzun olmayan yıllar öncesinde zehir gibi birer zihne sahip olan bu çocuklar gözümün önünde süngerleşiyorlardı. Ayağa kalkıp ‘Hayallerinize ne oldu ha? Hayalleriniz bu ofise sığacak kadar küçük müydü?’ diye haykırsam titreyip kendilerine gelirler miydi acaba? İşe yaramayacağını biliyordum. Peki ayağa kalkıp bu kez ‘Hepiniz orospu çocuğusunuz.’ diye ortalığı inletsem? İmkansız. Ne uyarabilir, ne uyandırabilir ki uyuşmuş bir beyni. Yeter artık diyerek masanın altında sakladığım koca bir elektrikli testereyi çıkarıp çevremdeki herkesi kanlarını fışkırta fışkırta doğradığım bir hayal kurmak istedim ama o kadar yorgundum ki bu hayali kurmak bile büyük bir iş gibi geliyordu bana. Vazgeçtim. Biri omuzlarımdan basıyordu sanki, bir başkası da göz kapaklarımı aşağı doğru çekiyordu. Kendimi çok gereksiz hissediyordum. Bu iş yerinde olmasam, yaptığım işi yapmasam hiçbir şey değişmezdi. Yer yüzündeki kimseye, hiçbir şeye bir faydam yoktu. Üzerimdeki gömleğin rengi beyazdı. O beyaz gömleklerden biriydim artık.

İş yerinde sıkıntıdan patladığım, ortalıkta boş boş dolandığım, patronun odasından çıkıp ortalığı kolaçan etmek amacıyla gezdiğini fark ettiğimde ise bir ninja kadar sessiz ve derinden hemen yerime oturup çalışıyor gibi yaptığım klasik, sıkıcı, sessiz günlerden birini yaşıyordum. Öğle yemeğinde danalar gibi yemiştim, hastayım bahanesiyle işi asan, ‘piç’ lakaplı arkadaşım Mustafa'nın çekmecesinden çaldığım gofretleri de çay ile birlikte kütletmiştim ve göbeğimi yaya yaya oturuyordum. Önümdeki beyaz masama dökülen saçlarımı fark ettim. Aman allahım kel ve şişman bir türk erkeği olma yolunda tam yol ilerliyordum. İlk gençlik yıllarımdaki halimden, tavrımdan, yırtıcılığımdan, akıcı zekamdan, fit vücudumdan eser yoktu ortada. Tipik bir memur gibiydim. Göbekleniyordum. Kelleşiyordum. Daha önemlisi hayallerimden uzaklaşıp o lanet olası ofis koltuğuna her geçen gün daha fazla gömülüyordum. Rock yıldızı olup sahneleri yaktığım, başrol oyuncusu olup manken kızlarla fingirdeştiğim, futbol tanrısı olup stadları inlettiğim hayalleri kuramıyordum bile artık. Bir dönüm noktasındaydım hayatımın. Farklı olamayacağımın, herkes gibi sıradan bir hayat yaşayacağımın ayırdına varmaya başlamak canımı yakıyordu. Bir şeylere ihtiyacım vardı. Son bir iş dedim kendime. Tıpkı o Amerikan filmlerinde emekli olmasına sayılı günler kalan emektar bir hırsıza söylenen klasik replik gibi. 'Son bir iş Jonny. Çok büyük bir iş. Büyük bir vurgun. Bu soygunu da yapalım ve ardından hep hayalini kurduğun o okyanus kenarındaki evini alıp eşin ve çocuklarınla sonsuza dek mutlu ve sıkıcı bir hayat yaşa.' Son bir iş. Canlı canlı gömülmeden, ofiste yaşlanacağını kabullenmeden önce hayattan alınacak son bir ısırık, son bir yaramazlıktan bahsediyordum. 90 yaşında ölüm döşeğindeyken, zihnimdeki tozlu hatıralar kitabının arasında parlayacak son bir gençlik anısı. İhtiyacım olan şey tam olarak buydu işte. Gençlik pınarından kana kana içeceğim o son suyun hazzını istiyordum.

İleri yalnızlık teknikleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin