"Babaanne, enginarın iyisi nasıl anlaşılır, bana anlatır mısın?" diye sordu Fırat. Beraber pazara gittiler, en güzel enginarı nasıl bulacağını uzun uzun anlattı babaanne.
20 Mart 2016 gecesi, Fırat'ın ömrünün en stresli gecelerinden bir tanesiydi. Endişe içinde yatağa girdi, gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı. Saatlerce bir sağa bir sola döne döne, ertesi gün ne yapacağını düşündü. Hayatta, bazı insanlara bazı imtiyazlar tanınır. Siz onları görmezsiniz, çünkü çok ama çok nadir yaşanır ve çoğu zaman imtiyaz sahibi, yaşadığı bu macerayı sır olarak saklar. Kimisi o hatıranın zihninde daha değerli olduğunu düşünür, kimisi ise paylaşmak istese de, inanılacağından şüphe duyar ve 'deli' yaftası yemek istemediği için kimseye bahsetmez. Özetle, bazen yanı başınızda mucizeler olup biter, lakin siz onları fark etmezsiniz. Fırat ta öyle bir imtiyaz elde etmişti işte. Uyandığında, dileğini gerçekleştirmesi için bir fırsatı olacaktı. Ancak bu zor mücadeleden alnının akıyla çıkabilmesi için kendisine yalnızca 48 saatlik bir zaman tanınmıştı.
Öğretmenleri, Sarızeybek adlı belgeseli izlettiğinde ikinci ya da üçüncü sınıftı. Gözyaşlarına boğularak çıkmıştı dersten. Can Dündar'ı ilk o belgeselde görmüştü. Sonrasında yollarının defalarca kesiştiği bu kişi, Atatürk'ün bahsi geçtiğinde aklına gelen ilk insanlardan biri olmuştu. 48 saatlik görevini ifa ederken de hep onun sesi yankılandı kulaklarında.
Saatler sonra, adı "zaman" olan büyük kum saati, tersine döndü birden. Güneş doğarken, ufuk çizgisindeki güneş yeşil bir vaziyet alır öyle zamanlarda.
5 Kasım '38 sabahına uyandığında, Söke'de eski bir evde buldu kendini. Hemen pazara koştu. Gözleri enginar aramaya başladı. Kızılkise'nin cadde boyu uzanan pazarını hızlıca dolaştıktan sonra, yaşlı bir satıcının önünde durdu.
"Hayırlı işler amca, enginar istiyorum. Ama iyisinden olsun, şu köşedekini bana sarıversene." Enginarı saran yaşlı adam, parayı alırken çocuğu uzun uzun süzdü. Aksanı ilgisini çekmişti."Nerelisin oğlum sen" diye sorunca Fırat ne söyleyeceğini şaşırdı."İstanbul" diye aklından uyduruverdi."Ne yapıyorsun peki burada, akraban falan mı var?""Evet amca, enginar isteyiverdiler de, onu almak için pazara çıktım.""Enginar seçmesini nereden biliyorsun sen?""Babaannem buralı, o öğretti."
At arabasıyla Ayasuluk'a vardığında vakit öğlen olmuştu. Gelecek olan treni beklerken içindeki stres yüzünden okunuyordu. Yaşlı bir teyze, yalnız başına bekleyen bu genç oğlanın vaziyetinden endişelenip yanına yaklaştı."İyi misin oğlum?""İyiyim teyze, sağ olasın. Niye sordun?""Yüzünden düşen bin parça da.""Doğrudur teyze. Yorgunum biraz. Gece uyuyamadım. Enginar götürüyorum. İnşallah ben gidene kadar kötüleşmez.""Hiç üzülmeye değer mi oğlum, en nihayetinde her şey olacağına varır."
...
"Hiç üzülmeye değer mi oğlum, en nihayetinde her şey olacağına varır." Sıradan bir diyalog esnasında cahil, yaşlı bir teyzenin ağzından çıkan bu cümleye sıkı sıkıya tutunmalıydı Fırat. Çünkü hayatının en önemli derslerinden birini ihtiva ediyordu.
Trene bindiler. Bilet kontrol sırası Fırat'a geldi. Kondüktör bileti eline alıp birkaç saniye baktı."Nerelisin oğlum sen?""İstanbul amca""Bu biletleri istasyonda onaylatman lazımdı. Onaylanmamış biletle yolculuk yapamazsın.""Amca, olur mu hiç, bak biletimin üzerinde gideceğim istasyon yazıyor, ödediğim para yazıyor.""Ben anlamam. Onaylanmamış biletle İzmir'e gidemezsin."
...
"Hazırlıklar tamamlandı ve 12.20'de ponksiyona başlandı. Atatürk karnındaki bütün suyun alınmasını istedi. Boşaltıldıkça, ne kadar su çıktığını soruyordu. Gerçekte 6 litre su alındığı halde, kendisine bunun iki katı söylendi. Bu operasyondan sonra Atatürk oldukça rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Fakat bu sebze o zaman İstanbul'da bulunmadığından Hatay'a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı ve yemesi kısmet olmadı."
Enginar anekdotunun etkisinden yıllarca kurtulamadı Fırat. Annesi ne zaman enginar yemeği yapsa içini bir hüzün kaplıyordu. Yiyiyordu yine, ama hissettiği suçluluk duygusuyla kendisine hep aynı şeyleri söylüyordu. "Bugün, bu enginarı yiyen ben olmasaydım da, keşke yetişmiş olsaydı o enginar. Keşke..." Evet, koskoca belgesel içinde en etkilendiği kısım buydu Fırat'ın.
Çaresiz Fırat, kondüktöre derdini anlatmak için dakikalarca dil döktü. Olacak iş miydi bu şimdi? Sen kalk, Sırf sevdiğin insan yiyebilsin diye enginar seçmesini öğren, bir mucize gibi gelecekten gel, at arabasında saatlerce yolculuk yap ama kondüktör seni geçersiz bilet taşıdığın için trenden indirsin. Duygulandı, gözyaşlarını tutamadı. Hıçkırıkları işiten bir başka yolcu, konuşmayı duyunca yaklaştı yanına. "Ağlama çocuğum, bir sonraki istasyonda sana yeni bir bilet alırız, trene yine yetişirsin" dedi. Tabi ya! Neden aklına gelmemişti ki bu Fırat'ın. Kondüktör uzaklaştı, Fırat sevinç içinde adama teşekkür etti.
Fırat'ın karşısına geçen yolcu, "Anlat bakalım çocuğum" dedi. "Ne işin var senin, nereye gidiyorsun?" Alsancak'a gittiğini, oradan da gemiyle İstanbul'a geçeceğini söyledi Fırat. Atatürk'ü çok sevdiğini, yemesi için ona enginar götürdüğünü anlattı. Adam önce güldü. "Öyleyse sana bir ipucu vereyim. Atatürk, kendisine götürülen her hediyeyi kabul edemeyebilir. Hele de götürdüğün şey yiyecek olursa, daha da dikkatli olmak gerekir" dedi."Evet, ama benimkini yemek isteyecek. Biliyorum.""Ayrıca, hediyeni Ata'ya doğrudan takdim etmen mümkün olmaz. Yanındaki insanlar, yiyeceğin zehirli olabileceğinden şüphelenip yedirmek istemezler. İyisi mi sen başka bir hediye götür."
Bu uyarıyı aklına kazıdı Fırat. İzmir Limanı'ndan gemiye bindi ve yolculuk boyunca enginarı Ata'ya nasıl ulaştırabileceğini düşündü. "Adam haklı. Benim başka bir formül bulmam lazım."
7 Kasım sabahı İstanbul'a vardılar, gemiden indiği gibi Dolmabahçe'ye doğru yola koyuldu. Kabataş iskelesinin önünde oturup enginarla birlikte beklemeye başladı. Bekledi, bekledi. Uzaklarda, Atatürk'ün yaveri Salih Bey'in saraya doğru yürüdüğünü fark edince enginarı kaptığı gibi ona doğru koştu. Yanına yaklaştı, "Enginar var amca, ister misin?" diye sordu. Derdinden etrafını göremeyen Salih Bey, "istemez" deyip saraya doğru yürümeye devam etti. Enginarı Salih Bey'e satamayan Fırat, bulunduğu yerde çömelip yine çaresizce beklemeye başladı. Buraya kadar çok yol kat etmişti. Tüm bu uğraşın boşa gitmesini istemiyordu. Girmek istese de onu sarayın içine almayacaklarını biliyordu. Yeniden ağlamaya başladı zavallı çocuk. Yakınlardan geçen takım elbiseli, kürk mantolu bir adam, dayanamadı çocuğun ağlamasına."Ben alayım enginarını çocuğum, kaça satıyorsun?" diye sordu."100 Lira amca.""100 Lira mı? Sen aklını mı kaçırdın evladım?""100 lira amca, alıyorsan al, almıyorsan beni uğraştırma."Karşılaştığı bu küstahlığa dayanamayan kürk mantolu adam söylene söylene uzaklaştı.
Ne yapacağını bilmeyen Fırat, çaresizce ağlamaya devam etti. Aklına, Ayasuluk İstasyonu'nda karşılaştığı yaşlı teyzenin sözleri geldi birden. "Hiç üzülmeye değer mi oğlum, en nihayetinde her şey olacağına varır."
...
Yarım saat öylece oturup bekledi. Sonunda ayağa kalkıp birkaç adım attı ki, "Çocuk!" diye kendisine bağırıldığını işitti. Sesin geldiği tarafa meyletti. Yaver Salih Bey kendisine doğru koşuyordu."Seni Allah gönderdi çocuk. Kaç kuruş şu sattığın enginar?""50 Kuruş amca.""Al Bakalım"
İkisinin de yüreği sevinç doldu. Salih Bey tekrar saraya doğru koşarken, Fırat uzaklaşan Salih Bey'i izledi. Hemen ardından, uyuyamadan geçirdiği günlerin getirdiği yorgunluğa dayanamayarak yere yığıldı.
Uyandığında kendini yumuşacık yatağında buldu. Saat 7:45 olmuştu, telefonuna kurduğu saat çalıyordu. Geri döndüğünü fark etmesiyle yataktan fırlaması bir oldu. Sarızeybek belgeselini açtı ve izlemeye başladı hemen.
"Hazırlıklar tamamlandı ve 12.20'de ponksiyona başlandı. Atatürk karnındaki bütün suyun alınmasını istedi. Boşaltıldıkça, ne kadar su çıktığını soruyordu. Gerçekte 6 litre su alındığı halde, kendisine bunun iki katı söylendi. Bu operasyondan sonra Atatürk oldukça rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Enginar bulunup saraya getirtildi ancak doktorlar, Atatürk'ün şimdilik enginar yemesinin uygun olmadığını belirtip, 'Başka zaman' diyerek bu arzusunu geri çevirdiler. Sonrasında ise fenalaşıp komaya girdiği için enginar yemeği yemek bir daha kendisine kısmet olmadı."
Teyzenin bilgece sözleri yine çınlattı kulaklarını Fırat'ın. "Hiç üzülmeye değer mi oğlum, en nihayetinde her şey olacağına varır." Evet ama, mümkün müydü ağlamamak. Yeniden yatağın içine girip dökülen gözyaşlarını sildi. Kendini teskin etmeye çalıştı. "Ağlamayacağım. Ağlamayacağım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ufak Bir Ev Gördüm Rüyamda
Historia Corta"Her zamanki rüyamdı oysa. Tepede, yeşil bir bahçenin içinde, tek katlı bir eve doğru yürüyordum. Muhtemelen, Dünya'nın en şirin eviydi. Bahçede ufak, pembe bir bisiklet vardı. Bir de turuncu, Pekinez cinsi, ufak, tatlı mı tatlı bir köpek. Eğilip eğ...