Saatimin kuvvetli tik tak sesleri, parmaklarımla tuttuğum ritmle adeta bir düelloya girmişçesine kapışırken, zihnim anılarla savaşmayı red ediyordu. Elimde olsa bir kerede silip atardım ama beyin denilen bu değişik yapı nasıl ki mürekkebi bir kağıttan silemiyorsak, anılarımı da aynı o şekilde silmeme izin vermiyordu.
'Beynine hükmet.' Derdi her zaman babam. 'O sana değil, sen ona hükmet.' derdi. Hiçbir zaman onun gibi olmak istememiştim. Her ne kadar başardıklarıyla herkesi kıskandıracak kıvraklıkta bir zekası olsa da, bu sadece iş için geçerliydi. Onun gibi zalim, onun gibi bencil, onun gibi küstah... Kelimeler tıkanıyordu bazen, bir kişiyi anlatmaya. Bazen de yetmiyordu. Tanımlayabilecek bir kelime bulamıyordunuz. O kadar nefret ediyordunuz ki ondan, adının baş harfini duydukça bile bir anda köpürüyordunuz. Hayatımı çalmıştı o benim. Zaten hiçbir zaman bana ait olduğunu hissedemediğim hayatımı yönlendirip, bana hükmetmeye çalışan bir insana sevgi duyamazdım ya!
'Başarılı insan iş üretir, başarısız insan mazeret üretir.' Söylediği cümleler zihnimin derinliklerinden, çalkalanmış bir kolayı açınca fışkırdığı gibi patlak verince sol elimdeki kalemi sertçe masaya vurup sağ elimle tuttuğum ritmi bıraktım. Saat 'Ben Kazandım!' dercesine inatla tik taklamaya devam ederken öfkeyle saati kırmak istesem de yapmadım. Yapamadım. Çünkü aklımdan bir bir geçen anılarla savaşmakla meşguldüm. Her ne kadar hepsi bir hızlı trenin gittiği hızla geçip gitse ve bir süre sonra gözden kaybolsa da, savaşmak sorundaydım. Çünkü biliyordum, ben savaşmadıkça onlar daha da üstüme geleceklerdi. Yoğunluklarıyla beni boğacaklardı. Tıpkı Derin Andaş'ın da dediği gibi, 'Anılar insanı boğabilirdi...' Bu sözü ilk okuduğumda anlayamamıştım. Ama gün geçtikçe zaman ve anılar, bana bu sözün hem anlamını, hem de gerçekliğini hiç hoş olmayan bir şekilde göstermişti. Bununla da yetinmeyip, beni boğazımda bir iple tavana bağlayıp taburenin üzerine çıkarmış, tabureyi çekmekle tehdit ediyordu.
Bu savaşmak isteyen tarafımdı. Her ne olacak olursa olsun, ne pahasına olursa olsun intikamını almak isteyen tarafımdı. Ama içimde onlara karşı değil, kendime karşı kin besleyen tarafımla ilgili aynı iç açıcı derecede konuşamayacaktım.
Yıllardır kendime karaşı kin besleyen tarafıma yenik düşmüş, içimdeki nefreti dizginlemeye çalışmıştım. Ama bir süre sonra nefretim artık zapt edilemeyecek dereceye gelen bir aslan gibi kafesini kırmaya çalışırken sonunda kırmayı başarmıştı. Artık özgürdü ve ruhumu onun pençelerine teslim etmiştim. Bir şekilde beni yönetmesine izin verecektim ve yılların intikamını içimdeki tarif edilemez nefretin yardımıyla beraber alacaktım. Bana yaşattıklarını onlara ödetecektim. Şu ana kadar tekrar alev alması için en ufak bir kıvılcımın yeteceği derecede yanıp tutuşan zihnim, anıların sıçrattığı kıvılcım tanelerinden yararlanmış, sonunda zihnimi ele geçirmeyi başarmıştı. İstediğini veriyordum ona, ruhumu.
Kaşımdaki halkayla oynamaya ne zaman başladığımı düşünmeden sinirle fırlattığım kalemi tekrar sol elime alıp çevirmeye başladım. Parlak bir fikir için zorladığım beynimin zonklamasına engel olamazken, çatlayacak gibi ağrıması beni daha da delirtiyordu. Onları büyük tehdit altına alabilecek herhangi kimliği belirsiz bir mektupla intikam oyunumun ilk adımını atmak istiyordum ama henüz aklıma bir şey gelmiyordu. Belki de biraz zamana ihtiyacım vardı.
Bilmem kaçıncı içtiğim kahve kupasını elimdeki kalemi bıraktıktan sonra kulpundan tutarak kaldırdım ve içinin boş olmasıyla suratımı daha da astım. Yaptığım Nescafe stoklarını neredeyse bitirmiştim ve üstelik haftaya yetiştirmem gereken yeni bir bahar kreasyonu vardı. Çalıştığım şirketteki son görevimi de bitirecektim ve daha gelirli olması için bir dizinin stilisti olacaktım. Her ne kadar göründüğü gibi basit olmasa da benim için pek zor bir iş sayılmazdı. Sonuçta koskoca altı yılımı verdiğim işimde bu kadar profesyonelliğimin de olması gerekiyordu.
Bardağıma yeni bir kahve doldurmak yerine yatağımı kendimle doldurmamak için kendimi oldukça zorladım. Her ne kadar az önce -yani yaklaşık iki buçuk saattir- ailemi 'büyük bir tehdit' altında bırakacak olan o mektubu yazmak için ilham gelmesini bekliyor olsam da bir türlü gelmiyordu. Gelse bile otuz saniyede bir kapanan gözlerimle adeta hafızama bir reset atılıyordu ve o 'parlak fikir' aklımdan uçup gidiyordu. İçtiğim kahvelere rağmen gelmeyen tuvaletime lanet ederek mutfağın yolunu tuttum. Ah, gece altıma işeyebilirdim!
Kahvenin ayıltıcı özelliğine olan inancımı yitirirken kahve kupamı kahve makinasının altına koymak yerine lavabonun içine koydum ve dişlerimi fırçalama gereği duymadan yatağımın yolunu tuttum. Şimdi bir de o kadar merdiveni nasıl çıkacaktım ben? Paytak ve miskin adımlarla merdivenin başına ulaştığımda basamaklar gözümde git gide artmaya başkadı. Her bir basamağın arasındaki boşluk git gide artarken basamak sayılarının çoğalmasıyla Nescafe'nin artık kahvelerinin içine uyuşturucu kattığını düşünmeye başlamıştım. Evet bence kesinlikle kahvenin içine uyuşturucu katıyorlardı. Kendi kendime göz devirdim ve merdivenlerde uyuma isteğimi def edip koltuğa doğru ilerledim. Kendimi beyaz L koltuğa bıraktıktan sonra koltuğun küçük mor yastıklarından birine sarıldım. Ardından saatlerdir dört gözle beni bekleyen uykunun açtığı kollara kendimi teslim ettim.
***
Arkadaşlar bu betimleme yaparak yazdığım ilk kitap. Aynı zamanda da bu güne kadar yazdığım en ciddi kitap oldu. Lütfen votelerinizi, yorumlarınızı ve desteğinizi esirgemeyin. Her kitap bir şansı hak eder, değil mi?