M.Ö. 13986 Son Gemi ANKA
Günler günleri kovaladıkça jasmine Abra’ya sahip çıkmış hem Anhar’a yardımcı olmuş hem de kendi kalbindeki yaraları onarmıştı. Zaman onlara cömertçe hediyeler sunarak birbirlerine daha sıkı sarılıp daha derin bağlar kurmalarına vesile olmuştu. Ama zaman insanın hem dostu hem de düşmanıydı. Günler ilerledikçe gemideki yaşam monotonlaşıyordu. Gemi adadan kaçmak için muazzam bir araç olmasına karşın her aracın bir amacı olması gerekirdi. Kaderin sık dokumaları arasında, ne yazık ki bu gemi amaçsızca okyanusta dolaşıyordu. Durum Anhar’ın düşüncelerini alevlendirmişti. Nereye gidecekler ne yapacaklardı? Sonsuza kadar okyanusta kalamazlardı. Ana karayı bulup kendilerine yeni bir yol çizmeleri gerekirdi. Gerçi sadece o yoktu ya da o öyle sanıyordu. Sonuçta tahliyede içinde bulunduğu küçük gruptan veya Âdemler meclisinden biri muhakkak kurtulmuş, çoktan yönetimi devir almış ve bir plan yapmıştır diye düşündü. Her zaman çok düşünen biri olmuştu. Bu defada farklı bir şey olmadı ve düşünceler başına hücum etmişti.
Bu soruları sadece kendi soruyormuş ya da bunları sadece kendi düşünüyormuş gibi geliyordu ona. Ta ki bir gün Jasmine ile yaptığı bir konuşmada, Jasmine ona ne olacaklarını sorana ve konuşma ilerledikçe, aslında herkesinde birbirine bu soruyu sorduğunu öğrenene kadar. O an ve arada geçen zamanda eşinin kederi ve yıkımın zihnindeki etkilerini temizlemek için kendisini herkesten hatta jasmine den bile uzaklaştırmıştı. Dışarıda olanlar onun ilgisini çekmiyordu. Habersizce kendiyle geçirdiği onca zamanda, gemide hiçbir değişim olmamıştı ve belirsiz yönlerinde çaresizce ilerlemişlerdi. Onun da istediği sadece temizlenmekti. Bu girişimi başarılı olsa da bu seferde aklındaki yeni sorulardan kaçamamıştı.
Kendi sorularıyla bir muharebe başlattı. Bir kaç saat süren zamandan sonra soruları yenmenin verdiği zaferle mutlu olmuş adeta tazelenmişti. Jasmine’nin cümleleri ona yeni bir hayat veriyor gibiydi. Sohbetleri koyulaşmıştı. Sarf ettikleri her cümle Anhar’da yeni etkiler oluşturuyor onu cesaretlendiriyordu. Artık kesinlikle haklı olduğunu biliyordu. Gemide kaptandan mürettebata herkes onun gibiydi. Hiç kuşkusu yoktu ki var olduğuna kesin gözüyle baktığı, yönetimi çoktan kaptandan teslim almış meclis üyesi bile ne olacağını bilmiyordu. Düşünceler onda fitili ateşlemiş ve durum hakkında plan yapmaya zorlamıştı. Önce kaptan ile konuşup belirsiz rotaları hakkında bilgi almalıydı. Daha sonra da meclis üyesinden yeni görevlendirmesini alacak ve bu belirsizliği ortadan kaldıracaktı.
Hızla uzun zamandır çıkmadığı kamara tarzı fazla geniş olmayan bölmesinden çıktı. Geçerken jasmine’nin gözlerine, Jasmine’nin de özlediği tarzda alev alev bakarak teşekkür etmişti. Abrayı kundağında öpmeyi de imal etmemişti. Kamaradan çıktığında sıradanlaşmış monotonluk içinde boğularak, etrafta yatan ya da oturan insanların arasından, onlarında dikkatini çekmeyi başaracak bir hızla geçerek güverteye çıktı.
Kendini kapattığı zamanlardan sonra ilk kez güverteye çıkmıştı. Taze deniz havasını derince içine çekmiş, yenilenmiş haline adeta hayat enjekte etmişti. Hızla, uzaktan bir kuşun gövdesini andıran kara geminin baş tarafında bulunan, normalde uzaktan bakıldığında kuşun gövdesi güverte ise başının olması gereken yerindeki kaptan kamarasına doğru yürüdü. İmparatorluk gemilerinin en temel özelliği diğer gemilerin aksine doğadaki bir canlıyı taklit edecek şekilde inşa edilmeleri ve kaptan kamaralarının baş tarafta olmasıydı. Tabi dönemlerinde fazla yelkenli gemi yapabilecek uygarlıkta yoktu. O zamanlar Dünya üzerindeki en büyük gemi de Anka idi.
Kamaraya çıkan spiral şeklindeki işlemeli ahşap basamakları bir hışımda çıktı. Bu esnada dikkatleri hızla etrafta hareket eden adamda olan insanlar, merakla beraber gayri ihtiyarı ufak gruplar halini almaya ve güvertede kümelenmeye başlamışlardı. Bazılarının niyeti adamı takip etmek olsa da, herkes sadece monoton hayatlarındaki bu ufak hareketlenmeyi, belki büyük bir hareketin başlangıcıdır diye seyretmeyi tercih etmiş ama dümen odasına gittiğini gördüklerinde adamı takip etmeyi bırakmışlardı.
Anhar basamakların bitimindeki oldukça küçük ve basamaklara göre mütevazı bir işçilikle yapılmış balkona geldiğinde, onu iki asker karşılamıştı ki bu onun için harikaydı. İçeride muhakkak bir meclis üyesi olmalıydı ki askerlerde onu koruyor ya da insanların bunaltıcı sorularından kurtarıyorlardı. Kısaca soluklandı. Askerler sıcaktan ya da uzun saatlerdir orada olmalarından mı bilinmez, başta ayakta zor duruyorlarmış gibi görünseler de karşılarında bir hışımla balkona çıkan adamı görünce biraz şaşkınlıkla birazda onu tanımaya çalışarak kendilerine düzen verip dik duruşlarına geri dönmüşlerdi.
Anhar, nefes alıp yaşlanmaya başlamış ciğerlerine taze deniz havasıyla bir süre masaj yapıp doğruldu. Tebessümle ‘’Selam olsun! Bu uygunsuz, davetsiz gelişimden ötürü kusuruma bakmayın ama benim acilen meclis üyesiyle görüşmem gerekiyor.’’ Dedi.
Askerlerin şaşkınlığı bir kat daha da artmıştı. Başta tanıyamadıkları adam şimdilerde daha da tanıdık gelse de adamın ricasını geri çevirip, bunun mümkün olamayacağını ona resmi bir dille tebliği ettiler. Anhar bunca yolu gelip, heyecanını bu anlamsız cevaba boğdurmayacak kadar politika görmüştü hayatında. Duruşunu biraz daha dikerek ve yüz ifadesini ses tonuyla birlikte olabildiğince ciddileştirerek;
‘’Askerler! Ben Yüce Âdemler Meclisi Asil Üyesi Anhar KADABRA’yım. Yüce meclisin bana verdiği yetkiyle size hemen çekilmenizi, aksi takdirde size olacakların takdirinin sadece bende olacağını tebliği ederim!’’ diye adeta kükredi.
Askerler birden daha evvel tanıdık gelen yüzü tanıdılar. Keskin hatlı yüz şekli, bir ejderhanın gözleriymiş gibi derinden bakan mavi gözler. Kılıç gibi kavisli kaşları ve uzun kıvrımlı kır sakalıyla ellili yaşlarındaki Anhar KADABRA. Öfkelendiğinde neler yapabileceği hakkındaki öyküleri uzun zaman önce işitmiş olsalar da, heykelinin dikilmesine neden olan o barbar kuşatmasında yaptıklarına bizzat şahit olmaları, ondan korkmalarına yetmişti. Askerlerden biri ki oda diğerinden birazcık daha yürekliydi, öne çıkarak;
‘’Efendim sizi sonsuz saygıyla selamlıyoruz ve tabi ki içeri girebilirsiniz ama meclis…’’ Konuşması, Anhar’ın kükremesini duyup rahatsız olan kaptanın hiddetle kapıyı açarak ‘’Neler oluyor burada asker?’’ diye araya girmesiyle bölünmüştü.
Kaptan, kocaman göbeği önünde sarkmış, yaşlanmanın etkileriyle kafasında fazla saçı olmayan, yuvarlak yüz hatlarıyla küçülmüş kahverengi gözlere sahip biri olarak, kendinden emin açtığı kapıyı, gördüğü kişi karşısında uğradığı şaşkınlığı gizlemek için şimdiyse baston olarak kullanıyordu. Anhar, kaptana derin bir bakışı adeta fırlatmış, kaptanın kalbini parçalayan bakış, şimdi de ruhuna kadar işlemiş ve tüm benliğini etkisi altına almıştı. Anhar’ın doğal yollardan üzerinde oluşturduğu etkiyle derhal doğrularak karşısında ki Meclis üyesini selamladı. Askerlerde kenara çekilmişlerdi.
Anhar sakin kalmaya çabalayarak; ‘’Kaptan biri bana neden içeri girip’’ cümlesinin bu kısmını vurgulayarak söyledi; ‘’Benimle aynı mevkide olan birini göremediğimi izah edebilir mi acaba!?’’ Sesindeki titreme artık hissedilir seviyedeydi. Öfkelenmeye ve öfkelendikçe de hiddeti önüne geçilmez bir hal almaya başlamıştı. Kaptanda bunu farkındaydı. Biraz duraksayarak Anhar’a bir şey söyleyecekmiş gibi yüzüne baktı. İçindeki korkular terlemesine sebep verecek kadar görülebiliyordu. O bakışı esnasında durumu kısaca aklında tarttı. Karşısındaki ondan daha yüksek bir rütbeye ve en önemlisi onu bir iki saniyede öldürecek sanata sahip biriydi. Adamın hakkında anlatılanlara göre iyi bir insan ve vatanseverdi. Bunlara rağmen gerçekle yüzleştiğinde yapacakları ise tamamen bir bilinmezdi. İnsan doğasında var olduğu ispatlanmış olan vahşilik, özellikle o kıyamet gecesinden sonra insanların benliklerinde fazlasıyla öne çıkmıştı. Ne kadar inanmak istemese de, bunu kendi gözleriyle, o son anlarda halkın gemiye binmeye çalışırken birbirlerini nasıl ezip, küçük çocukları kenara fırlatıp, yaşlılarını bıraktıklarını gördüğünde kesin inanmak zorunda kalmıştı. Peki, karşısında duran bu adam ne durumdaydı? Acaba içeri aldığında ne yapacaktı? Belki, anlatımlardaki o muazzam adam, ada ile beraber okyanusun derin sularında yok olmuş, bu yüzden vahşileşmiş ruhuna teslim olarak, çaresizlik içerisinde gemiyi ele geçirmek isteyerek onu öldürecek, hatta ona itaat etmeyecek olan tüm tayfayı da katletmeyi bile düşünecekti. Korkuyordu ve bu korku onu doğru şeyi yapmaktan alı koyuyordu. Saniyeler geçiyor ve bilinmezle kesin arasında bir tercih yapması konusunda onu zorluyordu. O da geçmişte de bu gibi durumlarda hep yaptığı gibi yaparak, bilinmeze güvenmeyi seçti. Sonuçta en fazla ne kaybedebilirdi ki!? Kendini sakinleştirdi. Aklını temizledi. Anhar’da takılı kalmış bakışlarını yere indirdi. Tereddütleri geçince kapıyı biraz daha açarak; ‘’Lütfen içeri buyurun sayın meclis üyesi durumu size içeride detaylıca ifade edeyim’’dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SON GEMİ
FantasyTarihin derinlerinde yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacaklara ithafen... " Kim geceleri karanlık köselerde bekler? Kim ayın ışığından dahi sürülmüştür? Kim kaybolanlara felaket getirir? Kim, sessiz yurdundan fısıltı çığlıklar bırakır ge...