Efsaneler Bölüm-1 SONGEMİ, ANKA

12 0 0
                                    


M.Ö. 13986 Batan adanın açıklarında... Bufium-Umfie-iuh ( Büyük -Yüce- Okyanus )
Rüzgâr, fırtınalı denizde geminin geniş yelkenlerini yırtarcasına şişirirken, dalgalar, ahşap geminin bordosuna öfkelerini kusuyorlardı. Kopan korkunç tayfunun şimşekleri adeta geceyi yarıyordu. Batan adanın volkanik yapısından dolayı havaya fışkıran sıcak su gayzerleriyle birleşen fırtına görüntüsü, uzaktan bile kıyamet gününden bir sahneymiş gibi görülebiliyordu. Adanın açıklarında, kurtulmuş gemidekiler, bakmakta güçlük çekiyor, günahlarının bedelinin ağırlığı karşısında gözlerine inanamıyorlardı. Dehşet ve korku içerisine adeta hapis olmuş gibiydiler. Hatalarının bedeli çok ağır olmuştu.
Tüm o kudretle şımarmış nesillerin derin kibirleri, sonunda onları yaratıcılarına varmaya, hatta onun yerini almaya kadar şımartmıştı. Bu ölümcül hatanın bedeli ağır oldu. Sağ kalan bir avuç insanda, batan ilim ve bilim imparatorluğunun gölgesi dahi yapmıyordu. Kocaman ada sanki bir anda yok olmuş gibiydi. Ölümlüler için inanmak o kadar zordu ki, gemidekiler çok uzun süre evlerine dönebileceklerini sandılar. Lakin bu mümkün değildi. Acı gerçek zihinlerine çarptığında, kurtuluşlarının, cezalarının sadece başlangıcı olduğunu anladılar. Onlar artık sürgündüler. Devasa uygarlıklarından geriye dünyanın dört bir yanına serpilmiş temsilcilikleri ve bu kurtuluş gemisi kalmıştı. Tabi birde kibirlerinden dolayı Dünyanın hiç beğenmedikleri geri kalanı...
Havada ağıtlarla beraber savrulan küller arasından sıyrılan gemi, umutsuzluk, acı ve kusursuz bir bedel esaretine doğru yolcularını kurtarmış, imparatorluğun, Dünyanın o ana kadar ki tek ölümlü gücü olan o muazzam devletin son abidesi, dalgalarla dans ederek kıyamet gecesinin, bilinmez geleceğe açılan karanlık kapısından geçerek, çoktan belirlenmiş hükmüne ilerliyordu.
Beş direkli gemi, uzaktan bakıldığında bir kuşun gövdesi gibiydi. Tanker gemisinden bile büyük olan gemi tam otuz metre uzunluğunda on metre genişliğinde ve altı kattı. Efsanevi bir şekilde yapılmıştı. Hatta tasarlayan mühendisine göre, bir daha kıyamete kadar daha iyisi yapılamayacaktı. Yaşam mahallerinden makine dairesine, pruvasından kıç tarafına kadar, Dünya üzerinde sadece, şimdilerde okyanusa gömülmüş ada da yetişen, gövdeleri çelik kadar sağlam ve boyları da en az kırk metre olan gökyüzü ağaçlarından yapılmıştı. Usta bir işçilikle işlenmişti bordoları. Tüm ada imparatorluğunu gösteren oyma ve kakma işçiliği, tek ufuk çizgisinde tüm geminin etrafını çevreleyecek şekilde yapılmıştı. Gecenin kendisini taklit edermiş gibi yelkenlerinden dümenine kadar siyaha boyanmış gemi, okyanusta yapay kıyametten kaçırdığı yolcularının, kaderlerinin kalbine doğru yol almaya devam ediyordu. Şiddetli fırtınayı kendisinden beklenildiği gibi ustaca atlattı.
İlerleyen saatlerde batan adadan yüzlerce mil uzakta artık biraz daha sakin bir hava vardı. Gemidekiler yaşadıkları şok ve paniği üzerlerinden atamamışlar, yorgunlukları ruhlarına kadar işlemişti. Kendilerini ayakta duramayacak kadar yorgun hissediyorlardı. Dinlenmeleri de, kâbuslarıyla işkenceye dönüşse de sessizliğe çekilebildiler. Etraflarını çevreleyen kasvet havasıyla yorgunluktan yığılıp uykuya daldılar.
Ertesi günün sabahında, tarihteki en büyük yıkımın gölgesinden sıyrılarak, kara geminin tahtaları arasından fışkıran güneş, Anhar'ın yüzüne yansıyordu. Uyanmak istemese de, günün ışıkları, onu yeni günü karşılamak için adeta zorluyordu. Homurdanarak yattığı yerde yan döndü, kalkmak istemiyordu. Kıyamet gecesinde eşinin son çığlığı hala kulaklarından ayrılmamıştı. Ruhu dahi kıpırdamak istemiyor, yaşadıklarını bu Dünyada bırakarak eşine kavuşmak istiyordu. Artık hiçbir şeyi kalmamıştı. Ona sorsak kendi bile ona ait değildi. Uyku ile uyanıklık arasında eşinin yüzü, acısını kamçılarca gözünün önüne gelmişti. Gözyaşları, ölüm sessizliğindeki kıyılarına vuran gaglalar gibi, burnunun üstünden yattığı hasırı ıslatıyor, acısıyla bilincinin kontrolünü yitirip, istemsizce elini eşinin görüntüsüne uzatmasına neden oluyordu. Gözyaşlarından bulanık gördüğü Dünyada tek net şey hemen yanında ki fıçıların üstündeki kabaca yapılmış ve belli ki yapılırken özen gösterilmemiş bıçaktı. Uzanıp bıçağı alacak, boğazına dayayacaktı ama bir anda kaçarken kurtarabildiği tek ve en değerli varlığını hatırladı. Hemen ayağa fırlayarak biraz ilerisindeki tahta parçaları ve ağalardan yaptığı kundağa doğru ilerledi. Kundaktan hiç ses gelmiyordu. İlk başta korkuyordu. Dün gece dehşet verici bir fırtına vardı. Acele ile bulabildiklerinden bir kundak yapmış ve elinden o an geldiğince iyileştirmeye çabalamıştı. Oğlunu korumak için elinden geleni yapmıştı ama aklıda pek yerinde değildi. Ya başarısız olduysa? Ya gece, o uyuduktan sonra oğluna bir şeyler olduysa? Yaşadığı dehşetin aslında kendine yaptığı bir telkinden başka bir şey olmadığını fark ettiğinde, kafasındaki tüm korku senaryolarını kenara fırlatıp, yavaşça, çadır gibi yapılmış kundağın kapağını kaldırdı.
Yüzündeki endişe ifadesi gördüğü karşısında yerini huzura bırakmıştı. Oğlu Abra, biricik yadigârı, eski Kadabra sülalesinin varisi, huzurlu bir uykudaydı. Parmağını yavaşça küçük oğlunun minicik yanağında hafifçe gezdirirken, dehşet gecesini hatırladı. Konağından kaçışını. Eşinin onları kurtarması için kendisini feda etmesini hatırladı.
Halen taze olan anıları gözlerinden akarken kendine geldi. Oğlunun değil aslında oğlu onun hayatını kurtarmıştı. Eşinin kaybından sonra yaşamak istemiyordu. Tabi ki biricik oğlu olmasaydı. Artık eskisinden daha fazla hayatta kalmak için sebebi vardı. Bunları düşünürken arkasından gelen sesle kendine geldi.
-Kendi lisanlarında- " Hinek. '' dedi bir ses. '' Selam olsun saygıdeğer Anhar. Gecenin ardından sayım yapıyorum da, Sizler iyi misiniz? "
Anhar yavaşça arkasını döndü. Sesi tanıyordu, ona göre genç yaşta sayılacak olan adama "Hinek Heiye. Sana da Selam olsun Meras. " dedi. Yavaşça oğluna bakmak için beşiğe doğru döndü. Ses tonu bu sefer hüzünlüydü. "Bizi iki kişi sayabilirsin. Eşimi kaybettik."
Genç adam aldığı yanıt karşısında Anhar'ın acısını paylaşıyordu. " Çok üzüldüm saygıdeğer Anhar. O, yanında olsun. " Diyebildi. Anhar'ın acısına duyduğu saygı ve sayımın daha çok süreceğinden "Seni yalnız bırakayım." Diyerek, başıyla hafifçe selam verdikten sonra sayımına devam etti.
Sabahın erken saatleri olması ve dehşet gecesinin sabahında bilinçsiz ve amaçsız olmalarına rağmen, gemide normalden fazla hareketlilik vardı. Anhar bunu fark etse de, ilk başta anlamsız bulmuştu. Ama her zaman ki doğal dürtüleri bu anlamsız koşuşturmanın sebebini merak etmesine sebep olmuştu. Neler olduğunu anlamak, hem de oğlu için bir bakıcı bulabilmeği umut ederek geminin güvertesine çıkan merdivenlere doğru ilerledi. Bulunduğu yer, altı katlı geminin beşinci katıydı. Kıyamet koparken koşarak gemiye girmiş ve güverteden aşağı indiğinde ki ilk katta, tamamen yaşama güdüsüyle hareket edip, ilk bulduğu kenara sığınmış ve orada da kalmıştı. Yukarı doğru çıkarken, etrafında vatandaşlarının koşuşturmaları garip gelmişti. Halkı arasında soğukkanlı olmasıyla biliniyordu. Yapısı gereği öyleydi zaten. Ama genelde bu gibi durumlarla karşılaşmadığı için, düşüncelerine hâkim olma konusunda çoğu zaman başarısız olduğunun bilincindeydi. Kendini toplamak için fazla zamanının olmadığını, Abra'nın uyandığında aç ve korkmuş olacağını, ayrıca da kendisine gelmek için taze deniz havasına çıkarak rutubetli kamara ve kasvetli insan kokusundan kurtulacağını da bilerek, rahatlamak amacıyla şimdilik sadece yürüyordu. Gece kaçarken aceleyle giydiği mavi cübbesinin cebine elini daldırdı. Rabbi ona yüzünü göstermiş gibi sevinmesine sebep olacak bir şeye dokunmuştu. Cebinden, üstende çapraz iki pipo motifi işlenmiş büyük bir kese çıkardı. Eşi müthiş bir kadındı. Tütün kullanmasına sonuna kadar karşı çıkar fakat asla saygısızlık etmezdi. Bu yüzden muhakkak etrafa ya da eşyalarının ceplerine bu keselerden saklardı. Sürekli aynı tütünü kullandığını bildiğinden her kesede adanın güney yamaçlarında yetişen, opal baharat karışımı tütün ve gül ağacından yapılmış bir de pipo koyardı. ''Oradan hala beni kolluyorsun.'' Dedi, biraz acı, özlem ve birazda mutlulukla karışık.
Çıkardığı kesenin içine, ince yapılı parmaklarını daldırıp gül ağacından yapılmış pipoyu çıkarıp yine keseden aldığı tütünle doldurup parmağı ile iyice bastırdı. Parmağını pipodan çekmedi. İçindeki enerjiyi parmak ucuna yönlendirdi. Enerji ısıya, ısı, hızla tütünü yakacak sıcaklığa ulaştı ve tütün alev aldı.
İşte yok olan halkın en büyük mirası Dünya'ya bu olmuştu. Adına eskiler O'nun sanatı demişlerdi. Bu isimde nesilden nesile kabul görmüştü. Bizler bu sanatı farklı bir isimle biliyoruz. Anhar sanatını icra etmişti ki geldiği yerde ki sanat, bizlerce büyü demekti. Anhar da sanatta ustalaşmış hatta en ustalardan biri olarak da bilinirdi. Bu yüzden bir saniyede tütünü bastırdığı parmağıyla piposunu yakmıştı.
Piposundan kısa nefesler alarak yukarı çıkan basamakları da geçip güverteye çıkmıştı. Bu sefer aldığı nefes diğerlerinden daha uzun sürmüştü. Taze deniz havasıyla birleşmiş tütün dumanı onu sonunda rahatlatabilmişti. Güvertenin sağına soluna dağılmış ailelere baktı. Tam bir düzensizlik içinde herkes birbirine ya kaybettikleri yakınlarını soruyor ya da yaralıları için şifa arıyordu. Kimisi yerlerini kabaca tahmin etmeye çalışırken, kimside gemiyi ilk defa görmenin şaşkınlığı ile sağ sola bakınarak gemiyi inceliyordu. Sürekli gözü tanıdık simalar ararken kimse onu fark etmemişti. Zira o, adada çok iyi tanınıyordu. Hatta adına bir heykel bile dikilmişti. Kahramanlığını, denizden gelen istilacı güçlere karşı verdiği büyük mücadele ve adayı yöneten Âdemler grubunda olmasına rağmen, savaş alanına bizzat inerek istilacıları püskürtmesiyle kazanmıştı.
Gurur verici zamanlardı onun için. Şimdi ise geride kalmış düşler gibiydiler. Keşke onu yüce mecliste dinleselerdi. Ruhunun derinlerine bakıp orada yatanları görmek isteselerdi. Keşke akıllarını, bu kadar kibirlerine zincirlemeselerdi. Keşke onun da içinde bulunduğu yüce meclis içinde, küçük olsa da etkili grubu dinlemeyi seçip, korumak üzere onlara emanet edilen kapıdan geçmeye çalışmasalardı. Günü gelene kadar hükmü elinde tutanlar, onu sahibine geri vereceklerini unutmasaydı. Keşke...
Düşünceler bir kez daha aklını ele geçirmeden müdahale etmiş ve kendini görevine yoğunlaştırmıştı. Düşünmesi gereken biricik oğlu vardı. Derin nefesler çekerek bitirdiği piposunu hafifçe temizleyerek çıkardığı keseye geri koydu. Çevresine kısaca göz gezdirdi ve sanatı kalbine ve aklının pürüzsüz düzlüğüne yuvarladı. Yavaşça çömeldi, parmaklarını narince güverteye koydu. Kelimeleri mırıldanmaya başladı. "Aemoio avnu." Sözcükler bittiğinde, sanat, zemine koyduğu elinden usulca serbest kaldı. Büyük geminin güvertesinde, serbest kalan enerji, yaz akşamındaki meltem gibi ilerleyerek, tıpkı suya atılan taşın ardından oluşan daireler gibi yayılmaya başladı. Sanatın etkisi güvertede yayıldıkça, insanlara temas ediyor, temas ettikçe de Anhar'ın aklında, güvertedeki tüm insanların kalbindekiler beliriyordu.
Aklından onların yüzlerine bakıyordu. Tüm geçmişleriyle şekillenmiş yüzlerinde bir yalnızlık arıyordu. Kimsesizlikle yoğrulmuş biri, biricik oğluna iyi bir bakıcı olacaktı. Çünkü kendi yalnızlığını bastıracaktı oğluyla...
Zihinlerde gezerken birden durdu. Pürüzsüzlüğünde bir trajedi yakaladı. Aradığını bulmuştu. Dudakları aralandı. "Jasmine"
Yerden doğrulup, doğruca genç kıza doğru yürüdü. Bulunduğu yerden on metre kadar ileride, tam da gördüğü gibi balık fıçılarının kıyısında öylece oturuyordu. Ruh hali yüzüne yansımış, yorgunluğu yüzünden boş gözlerle öylece etrafa bakıyordu. Beyaz teni tıpkı mermer gibiydi. Kızıl bukleli saçları omuzlarına dökülüyordu. Yavaşça yanına yaklaştı. Genç kız kayıplarında kaybolmuş, yalnızlığına yelken açmıştı, ama nerede olduğunu ya da nereye gideceğini de bilmiyordu. Kızın yalnızlığı kendi yalnızlığına denk değildi belki, ama sonsuz gibi duruyordu. Kısa bir selam vererek "Oturabilirmiyim genç bayan?" diye sordu.
Kızın zihni o kadar uzaklardaydı ki artık duyularına hükmü geçmiyor olacak ki, hiçbir sesi duymuyordu. Bir süre sabırla bekledi, fakat kızın durumunda bir değişim olmayınca yavaşça onu omzundan sarstı. İşe de yaramıştı. Kızın zihni, gittiği uzaklardan hızla geri gelmiş, tekrar kontrolü ele almıştı. Sarsılmanın verdiği irkilmeyle hızla Anhar'a döndü. Gayri ihtiyari hafifçe uzaklaştı. İri sayılabilecek büyüklükteki yeşil gözleriyle Anhar'ı kısa bir süre izledi. Tekrar kendini toplayan kız, daha dikkatle Anhar'a baktı. Sonunda onu sarsan kişiyi tanımıştı ve o kişi, önemli bir şahsiyetti. Her ne kadar da içinde oldukları bu durumda mevkilerin artık bir önemi olmasa da Anhar'ın başarılarına duyduğu saygıdan ayağa kalkma ihtiyacı hissetti. Anhar, mütevazı bir tavırla kızı tekrardan kibarca yere oturttu. İçinde olduğu durumu izah etti ve ondan bu konuda yardım istedi.
Tam da tahmin ettiği gibi, kızın içinde hapis kaldığı hiçliği ve kayıp olmuşluğu yıkarak onu özgür bırakmıştı. Biraz daha konuşup bakım işini detaylandırdıktan sonra kız teklifi kabul etti ve beraber oğlunun yanına gittiler.

SON GEMİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin