Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi kısaca AŞTİ olarak bildiğimiz yer. Bu konuda kıyaslama yapmak istemiyorum ama buraya gelenlerin bile bu şehirlerarası terminalin apayrı bir “yer” olarak gördüklerine şahit oldum.
Özellikle resmi ya da dini tatillerde, hele ki tatil uzunsa burasının öyle kalabalık olduğunu görenler hayretler içerisinde anlatılması, ben daha görmeden merak edip şaşkınlık içinde kalmıştım. Bundan dolayıdır ki mümkün olduğunca burada kısa süre bulunur, gideceğim yere bir an evvel gitmek isterim.
Uzun zamandır kendi memleketime giderken bilet aldığım firmanın önüne geldim. Daha selam verir vermez “Otobüsle mi, taksi ile mi; gidersin?” diye soran görevliye; “taksi” dedim. Sonra devam etti; “Sen yabancı değilsin, ben de yanıma arkadaş arıyordum. Seninle yolda konuşarak gideriz. Başka kimse yok.” Anladım ki ticari bir sebebi yok ve yanına yol arkadaşı arıyor. “olur amca” dedim. Biraz beklememi söyledi. İşlerini halledip mesaisi bitince kendi arabası ile beraber yola koyulduk.
Uzun zaman, dedim ya hep aynı yerden alış-veriş, seyahat vb. işlemleri yaparsanız. Bizim milletimizin özelliğidir hemen ahbap oluveririz. Birde benim gibi konuşkan biri iseniz, değmeyin keyfinize… Gel-git dost olursunuz. Yıllar geçse bile unutmazsınız ve karşılaştığınız yerde hal hatır sorarsınız.
Kırk – kırk beş yaşlarında bu amca… Hayatın zorluklarını anlatıyor. Benim öğrencilikten yeni mezun olmamdan kaynaklanan bir durum var ki konuşmasının arasına tavsiyeler yerleştirmeyi ihmal etmiyor. İyi şeyler söylüyor. Kendime az önce konuşkan, dedimse hepten değil. İyi bir dinleyiciyimdir.
Kendi yaşamını uzun uzun anlattı ilk önce… Sonra hayat ile ilgili çilelerine değindi. Şu anki yerde asgari ücretle çalıştığını, hayatta kalma mücadelesini… Uzun uzun anlatamam. Zaten anlatmam da özel hayatına saygısızlık olur. Burada değinmek istediğim ben ne zaman kırk yaşlarının üzerinde bir kişiyi dinlesem, hemen hemen hayat tanımlamasından özet geçiyorum. Çünkü zamanında yaşanan ülke geneli siyasi, ekonomik ve sosyal olaylar bireyleri değil toplumun tamamını, neredeyse aynı oranda ilgilendirdiğini görebiliyorum.
Ne yalan söyleyeyim bu amca siyasi konulara girmedi. Zaten ben de pek bu konuları dinleme niyetinde değildim. Anladım ki bu konulara girmemesinin nedeni, ilgisinin olmadığından değil, hayatını ilgilendiren sorun veya sevinçlerin siyasi olmamasından kaynaklanıyor. Derdi belli dediğimiz, durum burada ortaya çıkıyor: Ekonomik…
Ekonomik, yani dar anlamda geçim derdi. Üniversiteden yeni mezun birisinin yani benim dikkatimi hayli çekti. Sadece, konuştuklarından farklı bir bakış açısı elde etmek için onaylar nitelikte, “evet, anladım, haklısınız” gibi söylemlerle dikkatimi vererek anlattıklarına odaklandım. Birinci sınıfta ilk dersime gelen saygı değer dekan hocamız –sonradan öğrenmiştim- üniversitenin bize iş vermeyeceğini, yeni bir bakış açısı ile bizim hayatla mücadele etmemiz gerektiği düşüncesi dört yıl sonra ortaya çıkıyordu. Amca anlatırken, idealist birinin hayallerinden ve hülyalarından yaşam mücadelesi ile nelerden vazgeçtiğini görebiliyordum.
Vazgeçtiği yerine vazgeçmek zorunda kalması desem daha doğru olur. Burada aramızda geçen üç saatten fazla süren yolculuktan bahsetmemin nedeni, “Sen daha gençsin, hayallerin var. Hayatın gerçekleri bunlar. Sen yapmak istediklerini etrafındakiler, ne der, diye vazgeçersen bazı şeylerden taviz verir, yapmak istediklerini yapamazsın. Planını programını sana karşı çıkılanlara inat değil onlara doğru olanı anlatarak yaşamalısın. Ve herkes kendi hayatının aksaklığını anlatır, senden tamamlamanı isterler. Senin ne yaşamak istediğin önemli, sen önemlisin…” diye uzunca bir anlatımıdır.
Kendi deyimi ile “ben de ticarete atılmak istemiştim” demesi… Hayallerinin yarım kaldığını gösteriyor. Bu anlattıkları gerçekleri değiştirmiyor tabii… Okul okumak, hayata atılmak; bin bir türlü dert ve sıkıntı, insanın omuzlarına binerken…. İdealist olmanın pek de bir anlamı kalmıyor.
“Para mı kazanmak istersin, mesleğini mi yapmak istersin?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap “Mesleğimi yapıp işimde başarılı olmak ve zevk alarak çalışmak isterim.” Diyen kişiler az değil. Peki, mesleğini yaparak ve idealist oluşunu ne kadar kişi kanıtlayabiliyor? Kısaca, çalışanların yüzde kaçı işini severek yapıyor? Diye sorsak alacağımız cevaplar tartışılır.
Bundan yirmi beş yıl veya daha uzun yıllar öncesini, şahsım adına söyleyeyim, ya kitaplardan okuyarak ya da yaşayan büyüklerimin dilinden dinleyebiliyorum. Şikâyetler ya da o günlere nazaran mutluluklar ne kadar değişmiş olabilir, gören var mı acaba? Birkaç soru ile bu konuyu az da olsa tartışmak istiyorum.
- Liseden mezun olmuş bir öğrencinin hayattan beklentisi ile ailesinin beklentileri aynı doğrultuda mı?
- Üniversiteye başlamış bir öğrencinin hayat mücadelesi ve gelecek beklentisi ne kadar gerçeğe yakın? Bu durum ailesi açısından ne kadar görülüyor?
- Aileler “yüzümüzün akı” diye kendi çocuklarının başarılarını, gerçekten çocuklarının istekleri doğrultuda mı, yönlendiriyorlar?
- Çocuklar, kendileri ile aileleri arasındaki iletişimde, kendilerini ifade etme anlamında ne kadar başarılılar?
- Hayatı yaşamış, “Unu elemiş eleği duvara asmış.” Dediklerimizin yaşam heyecanını hiçe mi saymak lazım?
- İnsanlar, sadece başarılı olmak için mi yaşarlar veya çalışırlar?
Bu soruları uzattıkça uzatabiliriz. Hayaller ve yaşanacak hayattan bahsedince işler iyiden iyiye bazen de iyiden kötüye değişiyor.
“Ben yapamadım, oğlum/kızım yapsın.” “Ben yaşayamadım, oğlum/kızım yaşasın.” “Bizim zamanımızda bunlar, bu imkânlar yoktu” Diyerek üzerine düşen görevi yerine getirmek; anlamak ve anlaşılmak açısından bir anlam ifade etmiyor. Çünkü zaman değişse de yaşanılan olaylar aslında ekonomik, yani geçim derdi; pek de değişmemiş.
Bir de “Daha senin yaşın kaç ki?” diye hayata realist bakan insanlara yöneltilip, aşağılayıcı bir psikoloji ile beylik laflar edenler var ki yaş farkı bir yana iletişimin ve anlaşılmamanın zorluğu iyice artıyor.
Geçmişte çoğu hayat koşulları mutlaka farlıdır. Buna itiraz eden yok zaten bu gün ise söylemler ne derece dudak arası gülümseme ile görünse de hala birilerinin güdümünde olduğu belli…
Hayallerinde idealler ile yaşama merhaba diyen tanıdık ve yeni tanıştığım kişilerin, AŞTİ’den başlayan yolcuğumdaki gibi heyecan verici ve umut vadeden bir yanının olmadığını gördüm.
Hani deniliyor ya “beni anlamıyor” ya da “anlaşmak zor” diye… İşte hayatlar bu ikilemler arasında tartışılıp gidiyor çoğu zaman. İstediği mesleği yapamayan insanlar sevmediği işte çalışıp, sırf zorunlu olduğu için, içinde bulundu şartlar gereği gününü doldurmak isteyenler o kadar fazla ki nedenini ben anlatamam. Tahmin ettiğim birçok şey saysam da farklı anlamlar çıkacaktır.
Sadece anlatmak istediğim, ister aile içinde ister iş çevresinde ister arkadaş ortamında isterse akla gelebilecek her neresi ise kişilerin hayalleri ile çelişen hayatları pek de mutluluk getirmiyor. Anlaşılmak istenen bir durum bu… Bize yakın olan, beklentimizin yüksek olduğu kardeşimiz, arkadaşımız, çocuğumuz bizim yaşayamadığımız hayatı yaşamak zorunda değil. Ya da bizim yaşadığımız hayatı yaşamak zorunda da değil… Bizim yarım bıraktığımız hayali tamamlamak zorunda değiller. Belki diyeceksiniz; “mutlu olsunlar, canları sağ olsun, başka ne isteyelim” diye… Ama mevzu bu değil sadece küçüksek büyükleri, büyüksek küçükleri biraz anlarsak, anlaşılma konusunda daha da farklı olabiliriz. Mutlu olmanın yolları sadece geçim derdi, hayaller ya da birilerinin isteklerinin ya da bizim isteklerimiz olmadığını daha iyi anlamış oluruz. Düşüncesindeyim…
HASAN AKBAL