Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Dedemin dedesinin beşiğini annesi sallar, ben kaf dağının arkasında mışıl mışıl uyur iken, ülkelerden bir ülke, o ülkede Antalya adında bir şehir, o şehirde ucu bucağı bulunmaz bir orman varmış. O ormanda sincaplar cirit atar, ağustos böcekleri cır cır öter, karıncalar harıl harıl çalışır, kaplumbağalar yan gelir yatarmış. Ekmek elden, suda gölden gelir, bütün hayvanlar da koca ormanın içinde mutlu mesut yaşayıp gidermiş.
Günlerden bir gün Osmanlı padişahı gözdesiyle oynaşırken; Ruslar, Kafkaslar yöresinde Osmanlı beyliğinin bir iline saldırmış. Rus zulmünden ailesini korumak isteyen köy sakinlerinden Küçük İrecep karısını çoluğunu çocuğunu alıp, arkadaşı Bücür Hasan'ı da ikna ederek, birlikte yükte hafif pahada ağır neleri varsa kağnılarına yükleyerek 40 gece 40 gün süren meşakkatli bir yolculuğun sonunda Antalya'nın ormanlarla kaplı dağlarına gelmişler. Orada Sivri dağın eteklerinde bir su başı bumuşlar. Bakmışlar dünya'da buradan daha güzel yer yok, buraya yerleşmeğe karar vermişler.
Bunları gören sincap ailesinin en yaşlı üyesi torunlarını yanına çağırak: Bu hayra alamet bir durum değil, ben bu insanoğlunun davranışlarını iyi tanırım, bunlar buraya geldi ya, yarın topraklarımız üstüne yıllarca bereketli gözyaşlarını döken bulut ana büzüşüp küçülebilir, hatta hastalanıp ölebilir. Mümbit topraklarımız üstünde gece rüzgarlarında uğuldayarak bize güzel şarkılar söyleyen tüm yeşil ağaçlar kuruyabilir.
Sabah daha güneş doğmadan içinde oynaştığımız efil efil efileyen yeşil otlar hastalanabilir. Dağların tepelerinden doğan güneş, yaz günlerinde bizi yakıp kavurur, başımızı sokabileceğimiz, yan gelip yatabileceğimiz ne bir ot kümesi, ne de üstünde zıplayabileceğimiz yeşil bir dal bulabiliriz.
Bir gün gelir içimize çektiğimiz temiz kokulu havayı, şırıl şırıl akan şu dereyi yerinde bulamayız, siz bu insan oğlunu tanımazsınız bunlar koca kayaların arkasındaki pislikte oynayan koca kafalı cardunlara benzer; bunlar temiz havanın tadını, pırıl pırıl parlayan suyun kudretini, içinde yemişlerini sakladığımız toprağın hünerlerini bilmezler. Bunlar gelincik çiçeğinin kırmızı yapraklarının güzelliğini, içinde vızıldayan arıları, gezinen böcekleri, serin kuytu ormanların sıcaklığını ve sabahları çayırları örten buğulu sisin güzelliğini bilmezler.
Biricik yaşam sevincimiz olan bu güzelim doğa, bize atalarımızdan kalan tek armağan. Bu topraklar bizim anamız. Öldükten sonra da üstünde yaşayacağımız ve gelen her baharda yeniden canlanacağımız bu topraklar bizim canımız, biz onsuz yapamayız. Onlarsa ölünce bu topraklardan çekip gideceklerine ve bir daha geri dönmeyeceklerine inanırlar. Onlar için toprak, üstünde ihtiyaçlarından çok çok daha büyük yuvalar yaptıkları, üzerini katran tortusuyla kaplayıp araba adını verdikleri demir atlarını koşturdukları, adına fabrika dedikleri geniş geniş höyükler dikip içinde yenilmez içilmez mallar ürettikleri, her tarafı delik deşik edip toprağın kanı olan petrolü çıkardıkları yer. Bunlar demir atlarını ossurtarak sağa sola duman püskürtmekten zevk alan zavallı yaratıklardır.
Minik fare, korkak tavşan, kurnaz tilki, azgın porsuk, sinsi yılan, kuyruklu akrep, koca boynuzlu dağ keçisi, kara karga, sevimli serçe, güzel sesli bülbül ve toprağın altında yaşayan kör köstebek bizim kardeşimiz; bunlar doğaya zarar vermez. Biz kardeşlerimizle arada sırada kavga etsek de huzur içinde yıllarca yaşayıp gitmekteyiz.
Biz insanoğluyla da barış içinde yaşamak isteriz, ama onlar iyilikten anlamayan, kendinden başka kimseyi düşünmeyen bencil yaratıklardır. Öyle gösteriyor ki bundan sonra onlarla birlikte yaşamak zorunda kalacağız. Bunun pek kolay bir iş olmayacağını, insanoğlundan çok eziyet göreceğimizi bilmenizi isterim. Sizi bunun için buraya çağırdım. Gözünüzü dört açın insanoğluna sakın kırk adımdan fazla yaklaşmayın, dallarda yaşamaya çalışın, mecbur kalmadıkça sakın yere inmeyin.
Bu ulu ağaçlar bize atalarımızdan armağan, bu ağaçlar bizim evimiz, besin kaynağımız. Yazın sıcağından, kışın ayazından bizi koruyup kollayan bu koca ağaçları insanoğlu kendine tarla açmak, yuva yapmak için gözünü hiç kırpmadan keser. Bizim güzelim ağaçlarımızı koltuk, sandalye, masa, dolap, kapı, pencere, sıra, sehpa ... yapmak için keserler.
Kağıt diye bir şey bulmuşlar; bazıları bunun üstünü karalamaktan, bazıları da bu karalamalara saatlerce bakmaktan bıkıp uslanmayan yaratıklardır bunlar. Kağıt yapmak için hiç de hakları olmadıkları halde bizim kutsal mirasımız olan ağaçlarımızı katledecek kadar kalpsizdirler. Hatta son senelerde utanmadan popolarındaki pisliği silebilmek için bizim kutsal mirasımız olan ağaçlarımızı kesmeye, yok etmeye başladılar. Bu çirkin yaratıklar günden güne küstahlaştıkça küstahlaşıyorlar.
Bunlar buraya geldi ya artık bizi kötülüklerden koruyan doğanın dengesi bozulacak. Yavrularım bizi kötü günler bekliyor. Bunlar yarın, belki yarından da yakın bir sürede dere yataklarını doldurup kendilerine çirkin çirkin betondan yuvalar yapacaklar. O yuvalarda ürettikleri pislikleri bizim anamız olan topraklara, babamız olan denizlere bırakacaklar. Ne toprak onların anası ne de denizler onların babası. Onlar toprağı alınıp satılan, işlenen, yağmalanan, sonra da terkedilen mal, gökyüzünü de kirli gazların salınım yapıldığı değersiz bir yer sanıyorlar.
Denizleri, atık yağlarla, lağım ve sera atıklarıyla çoktan doldurdular. Kardeşlerimiz olan balıkların, kamplumbağaların, midyelerin, istirityelerin, karideslerin yaşayamadığı, ölüp gittiği yer haline getirdiler. Şimdi sıra bize gelmiş gibi gözüküyor, bizim buralarda bizi kara günler bekliyor.
Yavrularım bunlar adına şehir dedikleri içinde huzur ve sükunet olmayan yerlerde yaşıyorlar. Oralarda cin çalıyor, şeytan cirit atıyor, gürültüden insanlar ne açan çiçeğin ne de uçan kelebeğin kanadından çıkan sesi duyabiliyor.
Su birikintisi etrafına toplanmış kurbağaların, kelebeklerin, kanatlı böceklerin farkına varmıyor. Ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymuyor. Böyle bir yaşamın ne değeri olur? Bizler, gölün yüzünü yalayarak gelen rüzgârın sesini ve öğlen yağmuruyla yıkanan taze çam ve ot kokularını; hanımeli, akşam sefası, melise, yasemin gibi çiçeklerin etrafında dolaşmayı ve onların kokularını ciğerlerimize doldurmayı severiz. Hava önemlidir bizim için, biz havasız yerde yaşayamayız, ölürüz.
Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. İnsanoğlu için bunun da önemi yoktur. Bunlar buraya yerleşecek olursa, onlara havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekecek, ama bu işi nasıl başaracağız bilmiyorum.
Yarın tanrının huzuruna çıkacağım, onların kalbine hayvan sevgisini sokmasını isteyeceğim. İnşallah Allah dualarımı kabul eder.
Allah sincap ailesinin en yaşlı üyesinin dualarını duydu. 'Ben insan oğluna akıl verdim, onlar bir gün gelir doğru yolu bulur.' dedi.
Ne yazık ki insanoğlu, kardeşlerini ve doğadaki diğer canlıları ezmekle meşgul olduğundan sincap ailesinin en yaşlı üyesinin sözlerini algılayamadı; kendini her şey zannetmeye devam etti. Yeri, göğü suyu kirletti. Önce baltasıyla, testeresiyle, sonra da benzinli ve de elektrikli testerelerle yüzlece ağacı, büyük küçük demeden katletti.
Önce ev yeri, sonra tarla açtı. Ekip biçmekle yetinmedi evler yaptı, yollar yaptı, köy kurdu. Hayvanları yok etti, bitkileri yok etti, ağaçları yok etti. Hayvanların başına gelenler insanların da başına gelmeye başladı. Şimdi her köyde üç beş yaşlı kaldı.
İnsanoğlu, sincap ailesinin en yaşlı üyesinin söylediği gibi toprağa düşman oldu. Aç gözlülüğü dünyayı sardı. Ahtapot kollarını toprağın derinliklerine saldı. Meyve ağaçları dikti, sebze fideleri dikti, daha fazla mahsül almak için, toprağa hormon verdi, ağaçlara ilaç sıktı. Her şeyin sahibi olmak istedi. Her yeri kırıp döktü.
Şimdi insanoğlu kendi çöplüğünde boğuluyor. Evet, geçici bir iktidardadır. Tüm bunları önceden bilen sincap ailesinin en yaşlı üyesi bir kahin değildi. Sadece, ülkesini işgal eden insanoğlunu gayet iyi tanımıştı!
İsmail Samur