Her şeyin kötü gittiği bazı günler vardır. Birbirlerini kovalayan kötü olaylar öyle üstünüze gelir ki yere çöküp ağlamak istersiniz. İşte benim için de tüm gün, sonunda yere çöküp ağlayacağım kadar kötü geçmişti. Saat sekizde başlayan ve kesinlikle gitmek zorunda olduğum derse geç kalmam yetmiyormuş gibi yoldan geçen bir taksi sayesinde yerde biriken çamurlu su ile banyo etmiştim. Tepeden tırnağa sırılsıklam derse daldığımda tuhaf bakışlara maruz kalmış olmam beni pek alakadar etmiyordu. İşin pozitif tarafından bak Jongin, diye kendimi avutmaya çalıştığım anda aklıma pozitif hiçbir düşünce gelmiyor, iyice çıkmaza sürükleniyormuş gibi hissediyordum.
En yakın arkadaşım olan köpeğimin ölümünden üç gün geçmişti. Babamla en son yaptığım telefon konuşmasında, babam ne kadar vasat bir insan olduğumu yüzüme vurmuş, tek gelirim olan harçlığımı kesmişti; dımdızlak bir şekilde ortada kalmıştım. Yetmişine dayanmış ev sahibim üç kat merdiveni çıkmaya üşenmeyerek her gün kapıya dayanıyordu. Bazen merdivenleri çıkarken nefesi kesiliyor, bastonu ile yere vurarak beni çağırıyor ve dırdırına kaldığı yerden devam ediyordu.
O gün dersten çıktığımda omzumdaki yüklerin bir kısmı bunlardı. Bir kahveye ve sıcak bir duşa ihtiyacım vardı fakat o gün olanlar sayesinde bu ihtiyacımı bir müddet gideremeyecektim.
Kaldığım eski binanın önünde gözüme tanıdık gelen eşyaları ve eşyaların başında duran iki ayağı çukurda olan ev sahibimi görmüştüm. Olmayan dişleri ile bir sırıtış varken suratında, "Görüşmemek üzere evladım" demiş, bir şey dememe izin vermeden evine gitmişti. Geceyi kıyafetlerim, kitaplarım ve oyuncak ayım haricinde olan her eşyamı arkamda bırakarak dayımın yanında geçirmiştim.
Kadere inanır, her şeyin bir sebebi olduğunu düşünürdüm. Bu düşüncemi çoğu arkadaşım saçma bulurdu fakat o gün kaldığım yerden kovulmasaydım ve dayımla yaşayamacağımı anlayıp fakülteye on dakika uzaklıkta olan yurtta kalmaya başlamasaydım evrenin en güzel gülüşüne sahip insanını tanımayacak, ellerini hiç tutamayacak, başımı boyun girintisine yaslayamacaktım. Varlığım onu tanıyamadan yitip gidecek, kalbim onun eksikliği ile atacaktı.
Kendimi bildim bileli inandığım başka bir şey varsa eğer o da her korktuğum şeyin en acı bir şekilde başıma geleceğiydi. Ve Oh Sehun, kaybetmekten deli gibi korktuğum tek insandı.
***
Hiç tanımadığınız kişilerle dolu bambaşka bir ortama girdiğinizde dikkatinizi mutlaka birkaç kişi çeker. Genellikle birisi en sessiz sakin olan kişidir. Diğeri ise herkesin sevdiği, etkileyici, ortama neşe saçan biridir. Elimde büyük valizimle, çoğu kişi dışarıdayken yurda geldiğimde yorgunluktan bitmiş durumdaydım. Tek düşündüğüm "Kafama sıkarsam mı yoksa kafamı kesersem mi daha çabuk baş ağrısından kurtulurum?" sorusuydu. En ufak bir gürültü karşısında bile sanki kulağımın dibinde bağırılıyormuş gibi tepki verecek bir haldeydim. Dördüncü kattaki odama ilk yerleştiğimde hiçkimsenin olmayışı beni mutlu etti. Ne kadar az insan o kadar az gürültü ilkesini hayat felsefesi haline getirmiştim. Ne kadar az gürültü varsa o kadar huzur vardı bana göre. Ama hayatımdaki en büyük huzurum olan kişi -ki o Oh Sehun oluyordu- dünyanın en gürültücü insanıydı. Bu hayatın bana orta parmak gösterişiydi.
Küçük odada iki yatak yan yana konumlandırılmış, yanlarında büyük dolaplar ve karşılarında çalışma masaları vardı. Ben sessizliği koruyarak eşyalarımı yerleştirip yatağımın içine girdiğimde kulaklarımı sağır edecek güçte bir çığlık eşliğinde birkaç devrilme sesi duyuldu. Peşinden, "Sehun, kaçma!" diye bağırtı geldi. İşte Sehun'un adını ilk o zaman duymuştum. Çok sonraları Sehun o bağıran adamın -kendisi yurt müdürü oluyordu- o anki taklidini yaparak çok dalga geçmişti.