2. Bölüm:

176 14 13
                                    

gençlikte yapılan günahlara

  ''Her günahın bir affı vardır, özellikle de gençlikte yapılanların...'' -Marcel Proust 

Ey insan!
Nerede bıraktın kırıklarını?
Nerede düştü ilk gerçek gözyaşların?
Nerelere ağladın?
Hangi dağlara akıttın safi hüznünü?
Belki de na-bemahal bir dürbünde harcadın pınarlarını
Belki de ümitsiz bir eşarpta tükettin öpücüklerini
Vazgeç artık...
Biliyorsun, peşini bırakmayacak asla
En dibe çekecek
En mutlu anın
Cehenneme dönüşecek
Öyleyse durma,
Bırak elindeki kırıkları
              kanatarak parmaklarını
                   

Elindeki dürbünü önce sessizce okşadı kadın. Baş parmaklarını dürbünün küçük çıkıntılarında gezdirdi. Ve yaşadığı tüm o hislere bedel olarak iki zümrüt gözünden yavaşça birer gözyaşı düşürdü. Ağlıyordu, olabilecek en zarif şekilde. Çünkü söz vermişti, unutacaktı onu, ve hatta artık sevmeyecekti kimseyi. Daha önceleri yaptığı gibi arzularını takip etmek daha kolaydı. En azından canı yanmazdı o zaman Yıldız'ın. Hem belki bu şekilde mutlu da olabilirdi. Arzu, saadeti de içermez miydi?

Kararlılık ve hışımla sildi gözyaşlarını. Yüzüne yine o kibir maskesini takındı. Böylesi daha rahattı. Sonra elinde dürbün, hemen ayağa kalktı. Hazırlanması da lazımdı. Başına siyah bir eşarp bağladı, en ince paltosunu giydi. Ve hızlı adımlarla Osmanlı'nın sokaklarına çıkıp, yürümeye başladı Yıldız. Kafasında yine binbir türlü düşünce. Yüzünde yine o hiç değişmeyen maske. Fakat bu sefer Yıldız alışılanın aksine Kordon'a gitmiyordu.  Kendini özgürleştirmeye hatta biraz da vicdanını rahatlatmaya gidiyordu. Yıllar önce bulduğu bu yeri kimseye söylememesi iyi olmuştu. Adımları ormanaydı. O çok sevdiği ağacın köklerinde oturmaya. Çamurdan aslında nefret de etse orası huzur vericiydi.  Belki de Yıldız hakkında bir şeyleri değiştirebilen tek yer de orasıydı. Zorlayıcı değildi çünkü, doğaydı oradaki her şey. Doğaldı tüm olanlar. Yıldız, doğanın bu akıp giden halini sevebileceğini daha önce hiç düşünmemişti.
Sonunda adımları ulaştığında gizli yerine, aylar sonra buraya ilk defa gelmenin getirdiği heyecan ve içinde her zaman olan o buruklukla ağacın köklerinin önüne diz çöktü. Duruşunu değiştirerek dizlerini kendisine çekti. Kafasını da yine onlara gömdü.

Yanındaki ağaç kökleri sanki aylardır onu teselli etmek için bekliyormuş gibiydiler

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Yanındaki ağaç kökleri sanki aylardır onu teselli etmek için bekliyormuş gibiydiler. Toprak sanki özlemişti de onu, belli etmiyordu. Ve gökyüzü, gökyüzü günahlarını affetmişçesine gülümsüyordu.
Peki, ya günahları affedilmek için çok fazlaysa?

Birden kadın, neden oraya geldiğini anımsadı. Tekrardan dizlerinin üzerine çökerek paltosuna sıkıştırdığı eski dürbünü çıkarmaya yeltendi. Avuçlarında hissettiğinde dürbünü, düşündü. Verdiği karardan zerre pişman değildi. Suçlu kim olursa olsun, yıpratıyordu işte sevgisi. O daha fazla yıpranmak istemiyordu. Yıpratmak da...
Önünde akıp giden nehre doğru uzandı. Ellerini suya sokarak, avuçlarındaki dürbünü yavaşça bıraktı.
Sadece dürbünü bırakmıyordu o an Yıldız, artık olduğundan bile emin olmadığı aşkını, aşka dair, sevmeye dair umutlarını da bırakıyordu.
Gözleri dereye kilitlenmişti. Beyaz yüzü kızarmış, gözleri yaşlanmıştı. Ve uzun parmakları, uzun parmakları titriyordu.
Ormanın havasına uygun yemyeşil gözlerini yavaşça kaldırdı.
Onun karşısında görmeyi beklediği manzara, ormanın en derinine uzanan bambaşka tonlardaki huzur verici ağaçlardı. Oysa... Oysa karşısında çakı gibi bir delikanlı duruyordu. O da dizlerini çökmüş, gözlerini bu, burada ne yaptığı belli olmayan kıza dikmişti. En öfke verici yanıysa tanıdık olmasıydı. Delikanlı o'ydu işte, geçen gün tanıştığı. Mehmet. Yıldız hışımla konuştu.

"Sen ne halt yiyorsun burada?"

Gözleri hala birbirinden ayrılmamıştı. Hatta burun burunaydılar.
Mehmet, mahçuplukla konuştu. Bir anda kadından böyle bir tepki gelince fazlasıyla utanmıştı.
"Ö-özür dilerim, ben-"
Fakat karakteristik özelliklerinden dolayı, Yıldız elbette Mehmet'in sözünü kesti.
"Beni mi takip ediyorsun sen? Ne hakla?"
Sesi yüksek çıkıyordu.
"Kendinizi öyle büyük görmeyin Yıldız hanım. Daha iki gün önce tanıştığım öylesine birini ne diye takip edeyim!"
Sonlara doğru Mehmet'in ses tonu da sitemkarlaşmıştı. Gözleri kısılmış, yüzünü öne almıştı. Yıldız ise gözlerini gururu kırıldığı için kaçırmakla yetinmişti. Ah, kendisini takip ettiğini sanması, ne büyük aptallıktı! Üstelik bir de bunu sitemle söylemişti. Başını hafifçe iki yana sallayarak tekrar eski pozisyonunu aldı. Sesi titrediğinden, tek bir kelime edemiyordu genç kız.

Mehmet, ancak eski bir hatıraya baktığımızda gözlerimize doluşan o yürek yakıcı, anlaşılmaz hisle bakışlarını Yıldız'a çevirdi. Gül kurusu eteğini toplamış, yine dizlerini kendisine çekmişti. Bu sefer başını da gömmüştü onlara Yıldız. Ne düşünüyordu, ne yapıyordu kim bilir? Belki de ağlıyordu. Sahi, ağlıyor olabilir miydi? Ağlamasındı. Eğer o ağlarsa, Mehmet... Mehmet üzülürdü. Kadınlar ağlamasındı. Yeni tanıştığı bu kız ağlamasındı. O gözyaşları ziyan olmasa, yeşil, ya- yani her renkten gözler yorulmasaydı. Yoksa, yoksa bir çift yeşil gözle alakası yoktu.

Mehmet ne yapacağını bilemiyordu. Yanına gitmeli miydi? Belki de. Ormanın ortasında onu yalnız bırakacak hali yoktu ya. Yavaşça ayağa kalkarak ince derenin üzerinden Yıldız'ın tarafına atladı. Hiç ses çıkarmamaya özen göstererek, kadının yanına yürüdü. Zaten mesafe azdı. Yanına vardığında, hemen uyum göstererek o da çekti dizlerini kendine. Fakat Mehmet başını kendisine gömmemiş, kafası yanında kesik hıçkırıklarla ağlayan Yıldız'a dönmüştü. Peki, şimdi ne demeliydi?

''Yıldız?'' Ağzından ilk kez bu samimiyette dökülen sözcükler Mehmet'e garip bir tat verdi.

Yıldız, adını duyduğu gibi kafasını kaldırdı. Yeşil gözleri ıslanmış, parıldıyorlardı. Yüzünü, ağzını, gözlerini, iyice sıkmıştı. Muhtemelen ağlamamak içindi.

''Ne?'' Bağırdı.

Mehmet, bu aniden gelen tepkilerine alışmıştı kızın. Hatta belki ileride hoşuna bile gidebilirlerdi. Hiç aldırış etmeden, sakince tekrar konuştu.

''İyi misiniz?''
Hayır, değildi. Dayanamayacaktı. Kulakları uğuldamaya, gözyaşları da bir sel misali akmaya başladı. Zümrüt yeşili, güzel gözleri kızarmıştı.
"Değilim, iyi değilim ya! İyi falan değilim!"
Mehmet bu sefer gerçekten şaşırmıştı. Oysa kızın farklı bir şey yapmasını bekliyordu. İyiyim ben demeliydi. Kadın, Yıldız, iyi olmalıydı. İyi olmalıydı o...
Mehmet ne yapacağını bilemez bir halde dudaklarını ısırdı. Oturuşunu düzelterek elini Yıldız'ın sırtına koydu. Hafifçe sıvazlamaya başladı sırtını. Bir şekilde ona dokunmak, onu rahatlatmak zorundaydı. Fakat tabularını da yıkamıyordu.
Kesik sesiyle konuştu.
"İ-iyisin sen." Hala inanmak istemiyor gibiydi kızın ağladığına. Neden bilmiyordu fakat kızın ağlaması canını kendisinin bile tahmin edemeyeceği kadar çok yakıyordu.
Yıldız tereddüt bile etmeden, cevapladı onu.
"İyi olmayı hak etmiyorum ben."
Artık ağlaması durmuş, haşin sesi uysallaşmıştı. Ve konuşmaya çok şükür ki, devam etti çünkü Mehmet ne diyeceğini yine bilemiyordu. Tanıştıkları o ilk andan beri, bu kız Mehmet'i şaşırtarak onu kaba bir tabirle resmen dilsiz bırakıyordu.
"Ben... -duraksamıştı, ve yine gözyaşlarını akıtmaya- iyi olmak için, yeterince iyi değilim."
Dudaklarını sıkmıştı. Kendisini zor tutuyor gibiydi.
"Kötüyüm ben. Kötü." Artık kendisine konuşuyordu Yıldız. Kendisini ikna ediyordu. Birkaç kez daha sayıkladı hıçkırarak. Sonra kafasını bir anda Mehmet'e çevirerek sitem etti.
"Kötüyüm. Anladın mı?"
Mehmet'se yutkundu. O da yeterince iyi sayılmazdı. Hatta değildi. Kendisi de öldürmemiş miydi? Daha önceleri bir karıncayı bile öldüremeyen Mehmet, masumların canına kıymamış mıydı? Yıldız'ı şaşırtarak, onu cevapladı. Cevabı daha da şaşırtıcıydı.
"Ben de değilim. Masum değilim. Artık."
Sonra, ayaklarını tekrar toprağa bastı delikanlı. Silah tutmaktan kabalaşmış, nasırlı, yorgun ellerini Yıldız'a uzattı. Kalkmasını teklif ediyordu. Ve Yıldız, bu teklifi kabul etti. Elleri, ellerine değdi. Yıldız'ın kibar parmakları, Mehmet'in kabalaşmış parmaklarıyla pek yakalanmaz bir uyum yakalamıştı.
Ayağa kalktıklarında, Mehmet'in de gözleri hafifçe sulanmıştı. Bunu görünce Yıldız, sanki daha önce ağlayan o değilmişçesine, ani bir hareketle yüzünü Mehmet'in göğsüne gömdü. Bu sefer oraya akıttı gözyaşlarını Yıldız. Fakat artık ağlarken yalnız değildi. Mehmet de ağlıyordu.
Birkaç dakika böylece durdu iki genç, içlerindeki tüm karanlık duyguları akıtmaya çalışarak.

Tutku.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin