Merhabaa. Bu benim ilk hikayem. Okulda olan öykü yarışmasına katılmak için yazdım ve burada yayınlamaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz.
''Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz.''
SENEKA
Kim öleceğini bile bile yaşamak için bu kadar uğraşır ki? Eninde sonunda ölüm bizi karanlık pençesine alacak ve hapsetmeyecek mi karanlığına? Bunun ha şimdi ha bir senen sonra olması bir şey değiştirmez? Çünkü o karanlığı ben şimdi de yaşıyorum. Her gün yapılan iğneler, ilaçlar tıpkı bir ruh emici gibi beni yavaş yavaş karanlığına çekiyor. İstediğim kadar koşamıyor, yiyemiyorum, eğlenemiyorum. Hayattan zevk alamıyorum. Önemli olan yaşamak değil, iplerin senin elinde olduğu kendi yönetebildiğin hayatı yaşamak, yaşayabilmek bence. Lunaparka gidip korkusuzca oyuncaklara binebilmek, çikolatalar yemek, kuaföre gidip saçlarını istediğin renge boyatabilmek ve daha nicesi. Benim karanlığımda bunların hiç birine yer yok. Azrail beni almaya gelene kadar ruhsuz hastane duvarları arasında yaşamaya mahkumum ben. Hayatın renklerini görmeden...
Benim düşüncelerim bunlardan ibaretti ta ki Yankı Başaran ile karşılaşıncaya kadar...
***
Yine aynı acıyla karşı karşıyaydım. Sanırım bu iğneleri hiçbir zaman sevemedim. Bu acı karşısında yüzümü buruşturmuş olmalıyım ki, doktorum Sedat Bey gökyüzünü aratmayacak kadar mavi gözlerini bana çevirdi.
''Biraz daha dayan. Bu haftaki son kürün da bitmek üzere , bu son iğne.'' dedi. Doktor Sedat Bakır Pediatri Onkoloji ve Hematoloji dalında ihtisas yapmış. Türkiye'nin en iyi doktorlarından biriydi. Kırklı yaşlarda turuncuya dönük hafif kıvrımlı saçları, hafif çilleri olan bir adamdı. İngilizleri andıran bir siması vardı. Bizlere hastalığı unutturmaya çalışan, hayata pozitif bakmamızı isteyen zarif bir kişiliği vardı.
'' Neyse ki bu haftalık son.'' diyerek karşılık verdim. Kemoterapinin bitimine kadar beni odada yalnız bıraktı. Yarım saat sonra odanın kapısı çaldı. İçeriye uzun boylu, sarıya dönük kumral saçları olan bir erkek girdi. Beni görünce bir an afallasa da yan tarafımda kalan tek boş yer olan hastane yatağına oturdu. Yüzü çok kemikli olmasa da sert hatları vardı. Burnu düz ve bir doktorun elinden çıkmış gibi güzeldi. Dudakları inceydi. Saçlarını kendine has bir dağınıklığı vardı. Onu izlediğimi fark etmiş olacak ki bakışlarını bana çevirdi. Çimen yeşili gözler gözlerimi bulduğunda, yeşilin böyle bir tonunun var olup olmadığını merak ettim.
''İsmim Yankı.'' demesiyle kendime geldim. ''Yankı Başaran.'' dedi tekrardan. ''Ben de Başak Kayaer. Tanıştığıma memnun oldum.'' diye karşılık verdim. Ses tonu bile çok etkileyiciydi. Hafifçe tebessüm ettiği sırada hemşire içeri girdi. Yankı'nın koluna iğneyi batırırken ben de kendimi düşünüyordum. Zayıf, orta boylu kıvrımlı hatlara sahip bir kızdım. Burnum yüzümle orantılı bir büyüklükteydi. Saçlarım kemoterapi yüzünden büyük oranda dökülse de renkleri sarının çok farklı bir tonundaydı. Kendimi çok beğenmezdim. Aynalara karşı hep bir fobim vardı. Acaba o da aynalara korku ile yaklaşıyor muydu?
Yüzünü buruşturmasına karşın tebessüm ettim. Anlaşılan iğnelere benim kadar aşina değildi. Bu daha yolun başında olduğunun göstergesi olabilirdi.
''İlk kemoterapin mi?'' Bu soruyu sormak bilinçli yaptığım bir şey değildi. '' Hayır ikinci.'' Aldığım cevap düşüncelerimi destekler nitelikteydi, iğnelerle olan yolculuğunda yolun başındaydı. Hemşire çıktıktan sonra sessizlikten sıkıldım. "Kaç yaşındasın.'' Diyerek sohbeti ben başlattım. '' 19 sen?''