Yedi yıl önce bu hikayeyi kafamda kurgulamış, bir yıl önce bu eski notlarımı görmemle bu girişi yazmıştım. Ancak yazmaya vaktim olmamış, diğer hikayemle uğraşırken bu hikayeyi ertelemeye karar vermiştim. Beni oldukça heyecanlandıran farklı bir kurguyla karşınızdayım. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar. :)
Ve de en önemlisi bu harika kapak fotoğrafı için @@globbels e çok teşekkür ederim.
Kuzey İrlanda Belfast / 1016
Dağların arasında uzanan şelale, bembeyaz gürül gürül akan sularını gölün yosunlardan dolayı yemyeşil gözüken sularıyla birleştiriyordu. Lilian, gölün kenarındaki kayalıkların üzerine oturmuş, elinde tuttuğu elmasını ısırıyordu. Dolgun dudaklarında sinsi bir gülüş peyda olmuş, arkasında koşan köylü çocuklarını dinliyordu. Onun hakkında konuşuyorlardı.
"Hey, çok güzel değil mi?" Lilian, cennet gibi bir diyara düştüğü için mutluydu. Bu yer, bu insanlar ona iyi gelecekti.
"Tıpkı bir peri gibi... Ama nereden geldi? Bir anda ortaya çıktı." Çocuklar hala fısıldıyorlardı. Duyulmayacaklarına emin, rahatlıkla dedikodusunu yapıyorlardı.
"Down'dan geldiğini söylüyorlar, köyünü Vikingler yok etmiş. Amcam hafızasını kaybettiğini söyledi." Lilian, uydurduğu hikayeye içinden sevindi. Onun evreninde Dünya Tarihi'ni anlattıkları için çok mutluydu. Yoksa buraya düşünce neye uğradığını şaşırırdı.
"Haklısın Zack, sanırım ben fazla düşünüyorum. Hadi oyuna devam edelim." Çocuklar arkasındaki ormanda oyun oynamaya devam ederlerken Lilian, onlara bakmakla yükümlüydü. Beline kadar uzanan gür kahverengi saçları, zümrüt yeşili gözleriyle bir periyi andırıyordu. Ama Lilian peri değildi, insandı. Sadece bu dünyanın insanı değildi.
Bu dünya acımasızdı. Geldiği yerden daha tehlikeliydi. Onun geldiği yerde kimin karanlık, kimin aydınlık olduğu bilinirdi. Ama burada insanlar iki tarafı da ruhunda taşıyordu. Bu Lilian'ı korkutuyordu. Bunu ilk geldiği gün anlamıştı.
FLASHBACK
Uyandığında çırılçıplaktı. Ayağa güçlükle kalkarak çevresine baktı. Şelale gürül gürül akıyor, Lilian aklını toparlamaya çalışıyordu. Yaprakları iğne gibi duran ağaçların arasından ilerlerken içine güç doluyor, nereye geldiğini anlamaya çalışıyordu.
"Arkanı dön, yanlış bir hareketinde oku kalbine yersin." Ok mu? Duyduğu erkeksi ve güçlü ses içini titretmişti. Korkmuştu. Titreyerek arkasını döndü. Kızıla çalan saçları ve sakallarıyla ela gözlü, kilolu ve pis kokan adama baktı. Burnu çok hassastı, bu kokuyu önceden fark etmeliydi.
" Vay sen, burada bir hazine varmışta haberimiz yokmuş. Canın mı sıkıldı küçük kız? Üstünde bir elbisen bile yok" Adam tüm vücudunu gözleri parlayarak süzmüş, ardından okunu ve yayını yere atmıştı.
"Korkma, sana zarar vermeyeceğim. Seninle daha güzel şeyler yapabiliriz." Lilian, adamı anlamaya çalışıyordu. İyi miydi? Kötü müydü?
Adam ona ilerledi ve bakır yayın pası sinen elleriyle göğüslerine dokundu. Lilian şoka girerek bir çığlık attı ve adamın bacaklarının arasına bir tekme atarak koşmaya başladı. İğne yapraklı ağaçlar kollarını, göğüslerini, bacaklarını keserken adamın haykırışlarını duyuyordu.
"Gel buraya küçük sürtük. Seni altımda öyle bir inleteceğim ki!" Hala bağırışını duyuyordu, korkuyordu. Burada güçlerini kullanamazdı. O adam onu öldüremezdi ama bedenine dokunması Lilian'ı ölmekten beter ederdi. Hala çığlık atıyor, yardım istiyordu. Tüm gücüyle koşmaya devam etti, bir kaç kez düştü ama pes etmedi. Artık yoruluyordu ve adamın sesi giderek yakından duyuluyordu.
Çayırlık bir alana geldiğini fark eden Lilian, daha güçlü çığlık atmaya başladı. Bir yerlerden atların kişnemesi ve erkeklerin kahkahaları geliyordu. Daha da güçlü çığlık atan Lilian, kahkahaların kesildiğini fark etti. Tekrar, tekrar, tekrar çığlık attı. Arkasındaki adamın sesi yaklaşıyordu. Ona doğru gelen atlıları görünce "Yardım edin, o adam beni öldürecek" dedi.
En öndeki adam atından inerek ona ilerledi. "Kim peşinde? Sen neden çıplaksın?" Sarı saçlı adam, üstündeki gömleği çıkararak Lilian'a giydirdi. Gömlek ona elbise gibi olmuştu. Dizlerine geliyordu. Üstü başı kan ve çamur içindeydi. "O adam beni öldürecek, bana tecavüz etmeye kalktı."
Keşke gelmeden önce bu dünyanın tarihini daha iyi dinleseydi. Bu dünya hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Zamanın boşluğundan süzüldüğü bu dünya onun için Arafat gibiydi. Cennet mi cehennem mi? Kimin iyi kimin kötü olduğunu anlayamıyordu. Dillerini duyduğu anda anlayabiliyor ve o dile göre konuşabiliyordu. Ama sadece bu kadardı.
Sarı adam, gözlerini kısarak genç kıza baktı. O sırada arkadaki çalıların arasından kızıl saçlı kötü adam ilerliyordu. Lilian korkuyla titredi. Yardım et diye yalvaran gözlerini sarışın adamın mavi gözlerine dikti. Adam, Lilian'ın zümrüt yeşili gözlerini görünce içi titredi, içinden bu küçük kadını korumaya yemin etti.
Kızıl saçlı adam "Robert, o kızı hemen bana ver" derken, Robert gözlerini kısarak "Bir kadına tecavüz etmeye nasıl cüret edersin Jake? Hem de benim topraklarımda" derken kükremişti. Lilian, isminin Robert olduğunu öğrendiği adamdan da korkmuştu. Nasıl bir yere gelmişti böyle?
"Bu kadın bir fahişe dostum. Yoksa ormanda çırılçıplak işi ne? Hadi ama beni tanırsın. O bana kuyruk salladı" Lilian, şaşkınlıkla Jake denilen pisliğe bakıyordu. Adam bir pislikti ama Lilian'ın mantıklı bir hikaye uydurması gerekiyordu. Nerede olduğunu anlaması gerekiyordu. Gözleri hızla adamların üzerinde gezindi, adamların ipek ve keten giysilerini, ayaklarındaki deri postalları ve yay kılıflarına kazılmış armayı fark etti. İyi ki bu dünyanın silahlarına hâkimdi, tabi o derslere sadece hocasına olan garip hayranlığı için katılmıştı. Ama şimdi çok işine yarıyordu.
"Robert, hadi dostum. Burası Antrim. Bir fahişeyi ne zamandır dostlarına karşı korur oldun?" Lilian hemen bir yalan bulmalıydı. En iyisi unutmaktı. Artık işi şansa bağlıydı. Robert denilen adamın önünde eğildi, yeşil gözlerini adama dikti.
"Ben hiçbir şey hatırlamıyorum efendim. Zihnim belirsiz hatıralarla dolu ve sadece ismimi hatırlıyorum. Uyandığımda ormandaydım ve çırılçıplaktım. Bu adam beni görünce direk göğüslerime saldırdı. Ben fahişe değilim efendim."
Hikayesini sonunda bulan Lilian rahat bir nefes aldı. Keşke dünya tarihi derslerini daha iyi dinleyebilseydi. Sonrasında ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Robert son sözlerinden sonra Lilian'a inanmayı seçerek Jake'e baktı. "Burada tecavüzcülere ne yapıldığını benden daha iyi bilirsin Jake. Sana topraklarımdan ayrılman için gün batımına kadar süre veriyorum. O da eşin Marry'nin hatırına. Şimdi gözümün önünden kaybol." Robert'ın giderek daha da çatılan kaşları kemikli yüz hatlarını iyice sertleştirmiş, mavi gözlerinin yüzüne kattığı bebeksi ifadeyi dahi gölgelemişti. "Hadi ama Robert, bu kadın böyle çırılçıplakken ne yapabilirdim? Kadını görmüyor musun dostum? Resmen ateş parçası..."
Dünyaları farklı olsa da cinsellik her evrende tabiatın özünde olan bir şeydi. Lilian iyiden iyiye kızarırken Robert kükreyerek "Vazgeçtim, şafakta topraklarımı terk etmiş olacaksın Jake. Sabrımı taşırmadan defol. Yoksa çok sevdiğin kellen yerinde olmayacak." Jake, adamın ciddiyetini sonunda anlamış gibi önünde eğilip bükülürken Robert deri postallarıyla adama bir tekme savurup adamlarına baktı. "Topraklarımdan çıktığından emin olmadan peşinden ayrılmayın. Sen, benimle gel." Lilian bu sözlerin kendine söylendiğini fark ederek adama baktı. Aklında tek bir soru belirdi. Şimdi ne olacaktı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ASTRA
Science Fictionİnsanların en büyük hatası bir tane evrene sahip olduklarını düşünmeleriydi. Gerçekten de öyle miydi?