"14"

8 4 0
                                    

MİSAFİR 

          Yolculuk devam ediyordu. Çerkez Ethem’in kuvvetleri esaretten kurtarılan subaylar, mebuslar ve John günlerdir yürüyorlardı.
           Titreme nöbetleri, sızlayan yaralar ve bitmek bilmeyen ateş... Bütün bunlar John’un birkaç gündür vücudunu sarmıştı. Artık yürüyecek hali kalmamıştı.
           Ufuk çizgisinde görünen küçük kasaba John’a bir masal şehri gibi geliyordu. Oraya bir an önce ulaşabilmek için güçlükle attığı adımlarını sıklaştırdı.
             Askerlerin dediğine göre bir gece konaklanılacak olan bu kasabaya karanlık çökmeden varmak nasip olmuştu.
             Askerlere büyük bir konakta  yatacak yer ve aş verilmişti. John bulunduğu duvarın kenarına yavaşça uzandı ve gözlerini kapattı.  
             Ertesi sabah askerler yola çıkarken John hala gözlerini açmamıştı. Çoğunluk yola koyulmuştu. John’un başında duran üç asker ise ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler.
             İbrahim sıkıntı içinde yerde yatan bu yabancıya baktı.
            “Elin yabanı! Ne işi varsa buralarda!” diye söylenirken içeri giren Zeynep’i fark etmemişti.
              Zeynep babasının yokluğunda konağı başıboş bırakmıyor, kendince işleri düzende tutmaya çalışıyordu. Bu küçük kasabada yaşayan herkes de ona yardımcı olmaya çalışıyor, hiç kimse Halis Paşa’nın kızına saygıda kusur etmiyordu. 

            Zeynep’in geldiğini görünce İbrahim’in suratına bir tebessüm yayıldı. Zeynep’in ciddiyetle sorduğu:
             “Ne oluyor?” sorusuna sırıtarak:
             “Hiç! Elin yabanı... Asker ağabeylerle geldi. Akşam yattılardı. Hastaymış bir türlü kalkamadı. Ne yapsak diye çare arıyoruz.”
              Zeynep John’un başında duran askerlere dönerek:
              “Gittiğiniz acil bir görev mi var?” diye sordu.
             Askerlerden en çelimsiz ama daha kıdemli olanı öne atılarak:
            “Görevden geliyoruz bacım. Subayları ve bunu esaretten kurtardık. Ankara’ya götürüyorduk. Orada yapacağı bir iş var mı yok mu bilemem. Ama bu halde yola çıkamaz.” dedi.
           Zeynep “Ankara” kelimesini duyunca heyecanlandı.
          “Burada bırakın. Ben bakarım. Mebus Halis Paşa’nın kızı Zeynep’im ben. İyileşince Ankara’ya gelmek isterse kendi elimle getiririm. Yabancı lisanım vardır. Anlaşmakta zorluk çekmeyiz.” dedi.
           Zeynep’in bu sözleriyle askerlerin üzerinden büyük bir yük kalmıştı. Rahat bir nefes alarak:
          “Tamam bacım. Orada bir iş varsa buncağızla ilgili sana haber uçururuz. Yoksa da keyfi bilir ister gelsin, ister gelmesin.” diyerek konağı terk ettiler.
           Duvar kenarında boylu boyunca yatan John, İbrahim ve Zeynep koca salonda yalnız kalmışlardı.
         
            İbrahim öfkeyle Zeynep’in kolundan tutup:
          “Ne yaptığını zannediyorsun sen! Elin gavuruna mı bakacaksın?” diye bağırdı.
          Zeynep kolunu silkeleyip İbrahim’i itti:
         “Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun? Kimsin sen? Nesin ki bana hesap soruyorsun!”
          Zeynep  öfke içinde dışarı çıktı. Sonra hışımla yine içeri girdi.
         “Adamlara söyle. Benim evime taşısınlar hemen!”
          İbrahim başı önünde dışarı çıkarken yumruğunu ne kadar sıktığının farkında değildi.

Kasabanın dar sokaklarını bir süre adımladı. Caminin yanına gelince durdu. Çeşme başında abdest alan Hafız Ahmet Efendi’nin yanına doğru yürüdü. 
          Tombul elleri, kırlaşmış sakalı ve kısa boyuyla sevimli görünen bu adamcağız İbrahim’i görünce tebessüm etti.

İbrahim sıkıntı içinde Hafız’ın yanına vardı, olanı biteni anlattı. Sonra kendi fikirlerini de ekledi:
          “Elin gavuru! Halis Paşa’nın kızına bir zarar ziyan verirse paşaya ne deriz!”
          Hafız Ahmet Efendi yavaşça başını iki yana salladı:
         “Tamam evladım. Cemaatten iki üç adam alıp varalım konağa. Ne yapacağımıza orada karar veririz. Hele sen bir elini yüzünü yıka!”
          İbrahim Hafız’ı kırmamak için çeşmeye yöneldi. Elini suya tuttuğu anda yumruğunun hala sıkılı olduğunu ve elinin uyuştuğunu fark etti. Yüzüne suyu hızla çarparken bile içine düşen ateş sönmüyordu.

          Adamlar ve Hafız birkaç sokak ilerdeki konağa varınca Zeynep’i John’un eşyalarını karıştırırken buldular. Zeynep yakalanmanın verdiği utançla hafifçe kızardı. Hafız Ahmet Efendi:
          “Az dışarı gel kızım.” diyerek Zeynep’i dışarı çağırdı. Konağın bahçesinde kısa bir yürüyüş yaparken Hafız Ahmet Efendi korkularını, Zeynep ise gerekçelerini anlatıyordu. Zeynep elini Hafız Ahmet Efendi’nin sağ omzuna koyarak:
          “Sen hiç korkma Hafız baba. Ben bunca sene kendi kendime yettim, arttım. Bu hasta adamın bana bir zararı dokunmaz. Eşyalarına da baktım. Zararlı bir şey yok. Varsa yoksa gazete, kağıt... İçin rahat olsun. Olumsuz bir durumda kapı dışarı etmesini de bilirim evvelallah!” deyince Hafız Ahmet Efendi ikna oldu. İçeri girdi:
           “Gençler hastayı ve eşyalarını alın. Peşimden gelin.”
           Camiden gelen iki genç adam John’u kucaklarken, İbrahim de içinden küfür ederek eşyalarını topladı.

Hafız Ahmet Efendi, Zeynep ve adamlar dar sokaklardan, geniş sokaklardan ve uzun birkaç bahçeden geçerek Zeynep’in evine vardılar. Zeynep kapıyı açıp adamlara:
           “Giriş kattaki odaya geçin!” dedi.
           İbrahim kendi dadısını bile gönderen Zeynep’in elin gavuruna böyle ihtimam göstermesine kızarak eşyaları bir köşeye bıraktı.

İki katlı evin giriş katında şimdi yabanın biri yatıyordu. Halis Paşa burada olsa belki de buna izin vermezdi. Lakin şimdi söz söyleyecek kimse yoktu. Hafız Ahmet Efendi bile adamın üzerine ince bir battaniye örtüyordu.
        
              Her saniye İbrahim’in içindeki ateş daha da alevleniyordu. Zeynep ne vakittir buradaydı. Bir kere şu kapıdan içeri girmek nasip olmamıştı. Şimdi ise hiç tanımadığı bir adam onun evinde kalacaktı.

Ah Zeynep! Yıllarca süren mektup aşkım gerçek aşka dönüşmüşken böyle yapmak hak mıydı?
          İçi kor gibi olan İbrahim hızlı adımlarla yürüyor, “Ah Zeynep!” diye iç çekiyordu. Yazdığı mektuplar aklına gelince içi daha bir sızlıyordu.

Uzaktayken büyülü olan aşkı yüz yüze gelince büyüsünü kaybetmişti. Sanki yıllardır mektuplaştığı kız değil de bir başkası vardı karşısında. Başkalarının dertlerine derman olmaya çalışan bu güzelin gözleri İbrahim’i görmüyordu.
           İçinde bulunduğu çıkmaz durum İbrahim’e mektup yazarken karıştırdığı Fuzuli divanından ezberlediği bir beyiti hatırlattı.

İbrahim bu beyiti mırıldanarak yürümeye devam etti. İçindeki ateşle Mecnun gibi kabeye kadar yürüyebilirdi.
               “Kamu bimarına canan devayı dert eder ihsan
                 Niçun kılmaz bana derman beni bimar sanmaz mı”
                                                                        ( Her hastanın derdine derman olan sevgili
                                                                         bana niçin derman olmaz beni hasta sanmaz mı )
                                                               

SAKARYA KIYILARINDA AŞKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin