Bazı hikayeler vardır yedi milyar hikayenin arasından sıyrılıp kalbinize dokunan. Çok iddialı değilim lakin, benim hikayem yedi milyar hikayenin arasından sıyrılan azim ve acı dolu bir hikaye. İşte, onu anlatmak için buradayım. Zihnimin en karanlık zindanına kapandım; elimde eski püskü bir defter. Okumanız için yazıyorum. Ellerime mürekkep bulaşmış durumda. Ya da, kan. Emin değilim.
Her şey ben annemin rahmindeyken başladı. Tanrı, ben oradayken bana elmas olacağımı söyledi. Ama her elmas sancılı dönemlerden geçermiş, anlattı bana melekleri. Mesela ilk önce karanlığa alışmam lazımmış. Oksijensiz kalmalıymışım ki yalnızlığı bileyim. Ateşler içinde yanmalıymışım ki yaşam için debeleneyim. Hikayem tam burada başladı. Çünkü minik ruhum, elmas kelimesini duyunca heyecanlanmış hemen kabul etmişti.
Basit bir taş parçası olarak geldim Dünya'ya. Annem ev hanımıydı. Temizliğe çok önem verirdi. Bir keresinde, babam anlatmıştı, parmağımı klozet kapağına sürdüğüm için beni yıkamış. Bu temizlik takıntısı başıma iş açsa da alışmam çok zamanımı almadı. Babam ise küçük bir şirkette güvenlik görevlisiydi.
Yani anlayacağınız, gelirimiz de giderimiz de azdı. Hiçbir zaman kaliteli giyinmedim. Hiçbir zaman son model telefonum olmadı. Ya da çeşit çeşit soru kitabı alamadım. Yine de bundan şikayetçi olduğum söylenemezdi. Haylazdım. Çok haylazdım. Fakirliğimizi kendimce eğlenceli hale getiriyordum. Mesela balık keki satan amcaya yardım ederken şebeklikler yaparak eğlenirdim. İnsanlarla gülüşür, onları anlamaya çalışırım. Arasıra kazandan balık keki aşırır karnımı doyururdum. Bazende aileme götürmek için bedavaya verirdi satıcı amca.
Kardeşim yoktu. Hiçbir zaman olmadı. Çünkü ikinci çocuk masraftı.
İlkokula ilk başladığımda ne olduğumu sapıttım. Çevremde öyle bilinçli çocuklar vardı ki... Bense sadece balık keki yapmayı, top oynamayı falan biliyordum. Özellikle bazıları piyano gibi müzik aletleri çalıyor, adının baş harfini bile duymadığım yazarların kitaplarını okuyordu. Cahilliğimi bu kadar erken fark etmek gururumu öyle kırmıştı ki, daha yedi yaşındayken Tanrı'yı suçladım. İşte o zaman kara bir kömür parçasından farkımın olmadığını anladım.
Fakat Tanrı bana yardım etti. Sınıf birincliğine oynadım. Haylaz çocuktan ciddi çocuğa dönüştüm. Ailem başarılarımla gurur duyarken bencil ruhum hala fakir olmasaydık daha iyi yere gelebileceğimi fısıldıyordu. Kore'nin en iyi beş lisesinden birine girmeyi başardım. Çok zor gerçekleşebilecek olasılığı, gerçekleştirebildim. Gurur, yüzümün her santiminden okunabiliyordu. Annem havalara uçmuştu. Babam ise masrafı düşünse de benim için ek işe girmişti. Bu beni daha da azimlendirdi.
Lise ikiye kadar iyiydim. Sadece ders dinliyordum. Okuldan eve geçiyordum. Süt oğlan dedikleri lakabı kazanmış olsam da insanlar umrumda değildi. Konuşurlardı. Konuşurlardı. Susmazlardı. Ne kadar davranışlarım değişse, ne kadar aptal olursam olayım konuşacaklardı.
Lise ikinin son döneminin baharında onunla tanıştım. Bir üst sınıfımdan okulun badboy lakabını kazanmış, Min Yoongi. Onunla tanışmam tam bir ironi sonucunda gelişmişti. Kesinlikle ona kuyruk sallamamıştım lakin o, yanlış anlamakta usta bir ahmaktı.
O zamanlar tombiktim. Biraz da boyum kısaydı. Bu yüzden beden öğretmenimle voleybol antrenmanları yapmaya başlamıştık. Çok iyi ilerliyordum. Derslerden sonra spor salonunda kalıyor, saatlerce duvarla voleybol oynuyor, bazen öğretmenim de bana katılıyordu. Hayatımdan memnun değildim ama kafa dağıtabildiğim için voleybol işinden haz alıyordum.
Hayatımın dönüm noktası olan o gün, spor salonunda yalnız değildim.
Benim gibi kısa boylu (belirtmeden geçemeyeceğim çok iyi zıplıyor) yeşil saçlı bir çocuk basketbol oynuyordu. Üçlük atıyor, yetmiyor, zıplayarak ikilikle devam ediyordu. Onu uzunca arkadan izledim. Kim olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Arkadan gördüğüm için yüzünü de seçememiştim. Sola dönerken yüzünü gördüğümde onun Min Aptal Yoongi olduğunu fark ettim.