"Beni korkuttun," Yoongi başını ellerinin arasına alarak hayıflandı. "Karanlığın içinde seni bulamadım." Hoseok başını çevirerek ona baktı. Sevdiği adam, kokuşmuş hastane odasının kadife koltuğunda oturmakta ona bakmamaktaydı. İsyan edecekti Hoseok. Yeter artık, gözlerimiz buluşsun diye isyan edecekti.
"S-su..." Dedi. Elbette Yoongi'nin ayağa fırlayıp ona su vermesini beklemiyordu lakin Yoongi, beklentilerinin tam tersini gerçekleştirmekteydi. Su verirken sevgilisine söylenmeyi unutmadı. "Bitti dedim. Bitti dedim, Hoseok. Hem ilaç içmek hem de bileklerini kesmek ne? Garanti altına mı alıyorsun ölümü?" Bordo plastik bardağı sevgilisinin ağzına tutarak onu sırtından destekledi. Hoseok, yarı kapanık gözlerle suyunu içerken düşünmekteydi. Dile vuramıyordu düşüncelerini. Çok yorulmuştu. Evet, tek hissiyatı buydu. Yorulmuştu. "Sakın. Bir daha sakın bunu yapma. Öldüğümü sandım, Hoseok."
Yine de dururmadı kendini. Baktı sevdiği adama uzun uzun. Bencildi Yoongi ama Hoseok dert etmiyordu bunu. "Sen gittiğinde," öksürdü. "Hissettiklerimi hissetmişsin." Sonra uykuya daldı arkasında ağlayan bir Yoongi bıraktığını bilmeden.
<•>
Evet, yeniden ben. Merhaba, aziz dostum. Hikayenin devamını anlatmak için buradayım. Masamın üstündeki morfin artıklarını yerle buluşturduktan sonra seni yazmak için anca güç toplayabildim.
Merakta bıraktım değil mi? Özür dilerim.
Gerçi... Hayatı sadece özür dilemek için yaşıyorum, ha? Günlerden pazar. Hava biraz rüzgarlı. Yağmur yağıyor sanırım. Uzun zamandır pencereden dışarı bakmıyorum. Bakıştığım tek şey kadife perdelerim. Bazen piyanonun tuşlarına değiyor parmaklarım, Hoseok'la eskiden yaşadığımız evin duvarlarına çarpıyor çıkardığım notalar.
Onsuz geçen beşinci yılımın son demlerindeyim.
Hasta ruhum intihar arayışında ama kıçımı kaldırıp kendimi jiletleyemiyorum bile. Kaslarım söndü, kilo verdim. En son tartıldığımda kırk iki kiloydum işte. Bir deri bir kemik, eski anılarımızla yaşamaktayım. Uyumaya çalışmak bile işkence. Onun intiharı gözümün önüne geliyor. Onun intiharıyla seni köşeye atışımı hatırlıyorum. Çok özür dilerim, sana biraz fazla alıştım. Dertlerim sanki bir deftere anlatılmak için bekliyormuş. Böyle rahatlayabiliyorum. Ha, hikayenin devamı. Pekala. Anlatacağım. En son nerede kalmıştım? Bekle sayfaları karıştırmam gerekiyor.
Onun intiharından sonra defter olayını hiç konuşmadık. Seni, yatağın altına koydum. Kilitli bir kutunun içinde güvendeydin. Hoseok, seni unutmuş gibiydi. Hiç sormadı, sorgulamadı. Benimde işime geldi, tabii.
Onu dağ evine götürdüm. Şehirden uzakta, karların arasında, huzurla dolacağımız iki katlı, tahta mobilyalarla döşenmiş ananemden miras kalan bir ev. Gerçi ananeme de onun annesinin kocasından kalmış. Anlayacağın büyük dedemden bana miras. Ne saçmaladığımı bilmiyorum, uyuşturucu çektim. Üzgünüm. Harflerim bile yamuk yumuk, görmüyor musun?
Arabada kar topu oynamaya sözleştik ve o günün akşamında ona romantik bir yemek hazırladım. Yüzü gülmese de ellerimiz buluşmuş, birbirimize sevgimizi fısıldamıştık mumların neden olduğu loş ışıkta. Bana şöyle bir cümle kurdu: gerçekten seni bıraksaydım ne yapardın?
Açıkçası, cevap vermedim. Biraz daha spagetti ister misin etin yanına, dedim. Üstelemedi ama gözlerindeki kırgınlık kalbime saplanmıştı. Yine de sustum. Soruya verecek cevabı söylemek için cesaretim yoktu. O da bunun farkındaydı. Hemde benden daha fazla. Şimdi sorunun cevabını düşünüyorum. Ölmedi ama o yok. Onun yokluğu, ruhumu kavuruyor kor ateşlerle. Her gün, morfin enjekte ediyorum kendime düşüncelerimden sıyrılmak için. Eğer düşünce fırtınasına girersem okyanusun ortasındaki kaptan gibi boğulur, ölürüm. Evet, o ölseydi ölürdüm. Ve, ölüyorum.