18 Mayıs 1980
RavendomHerkesin her şeye sahip olduğu, kimsenin başına asla kötü bir şeyin gelmediği Ravendom kasabasında oldukça sıradan bir pazar sabahı olsa da, Reeves ailesinin evinde durum çok farklıydı. Dışarıdaki yeşil, huzurlu, adeta hayal dünyasından çıkmış görünen Ravendom sokakları, Reeves ailesinin bahçe kapısına gelince bile gözle görülür biçimde değişiyordu. Büyümüş yabani otlar, sıcaktan yanmış yapraklarıyla bakımsız olduğu her halinden anlaşılan bahçe, yine de evin içindeki olağan manzaradan daha iyiydi.
Yirmi dördüncü doğum gününe uyanan Maxwell, derme çatma merdivenden salona indiğinde alışılmış bir görüntüyle karşılaştı. Muhtemelen sabaha karşı eve gelen babasının ölü fare gibi kokan iğrenç bira şişeleri salonun her tarafındaydı. Başka birisi bu salonda bir dakika bile duramazdı, ama Maxwell artık bu iğrenç kokuya alışmıştı. Şişelere dokunmaya niyeti yoktu, ayyaş babasına elbette böyle bir iyilik yapmayacaktı. Mutfağa gitti. Pencereyi açtı ve kendine bir bardak çeşme suyu doldurdu. Suyun çamurumsu rengine bile aldırış etmedi. O zamana kadar ölmediyse bir bardak çamurlu su da onu öldürmezdi. Sanki dünyanın en berrak suyuymuş gibi bir dikişte bitirdi.
Gözü pencerenin dışında, biraz ilerideki sokaktaki hareketlenmeye takıldı. Birkaç küçük erkek çocuğu bir araya toplanmıştı. Maxwell tezgaha yaklaşıp neler olduğunu iyice anlamak için baktı.
Bir çocuk bisikletten düşmüştü. Alnı feci şekilde kanıyordu. Maxwell çocuğun yüzünü gördüğü an ön kapıya koşup dışarı fırladı. Otlu bahçeyi geçip sokağa çıktığında birkaç çocuk Kevin'ın etrafında toplanmış, ona gülüyorlardı.
"Defolun, sizi lağım fareleri!" diye bağırdı Maxwell öfkeyle. Maxwell'in geldiğini gören çocukların gülümsemeleri yok oldu ve hepsi koşarak ayrı yönlere dağıldı. Kevin ise yerde, zinciri atmış bisikletinin altında sessizce ağlıyordu.
Maxwell hiçbir şey söylemeden bisikleti çocuğun üzerinden alarak kaldırıma attı. Çocuğun başı feci yarılmıştı, dizleri ve bacakları da kanıyordu. Maxwell elini uzattı. "Gel buraya..."
Çocuk, Maxwell'in elinden destek alarak inleyerek ayağa kalkmaya çalıştı. Çalı gibi bacakları titriyor, cılız vücudunu bile zar zor taşıyordu.
Maxwell çocuğun alnındaki yarığa göz gezdirdi. "Doktora gitmemiz gerekecek."
Kevin'ın gri gözleri fal taşı gibi açıldı, başını hızla sağa sola sallamaya başladı.
"Korkaklık etmenin sırası değil. Ama ölmek istiyorsan o senin kararın..." Sözlerini bitireceği sırada Kevin'in sokağın ilerisine doğru baktığını fark etti. Gözlerinderi korku barizdi, çok az sonra da arkasından gelen seslerle neden böylesine korktuğu anladı.
Sarı boyalı dolgun saçları, sabahın erken saatlerinde yapılmış kusursuz makyajı ve yüksek topuklularıyla koşarak gelen Kevin'ın annesi Barbara'ydı. Maxwell içinden sessizce küfür etti.
Kevin'ı kolundan tutup kendine doğru çekerken kadının yüzünde öfkeyle karışık korku vardı. "Sakın bir daha oğlumun etrafında dolanayım deme, ucube!"
Maxwell bu tür sözleri çok duyduğundan, insanların ne dedikleri ona artık dokunmuyordu. Fakat o gün farklıydı.
Annesi tarafından hoyratça sürüklenmeden önce Kevin'ın dudaklarından kısık sesle iki kelime döküldü. "Yardım et."
Barbara ve Kevin çoktan uzaklaşmışlardı. Maxwell ise muhtemelen birkaç dakikadır yerde, dizlerinin üstünde, Kevin'ın söylediklerinin etkisindeydi.
Bu iki kelimede sıradışı hiçbir şey yoktu. Asıl ilginç olan, Kevin'ın doğuştan dilsiz olmasıydı.
*****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Ölümsüzün Günlüğü
Science Fiction"Ne dilediğine dikkat et, bir gün gerçek olabilir... Veya daha kötüsü."