Belli belirsiz görüntüler, parça parça anılar ve bir kadının çığlığı...
Şakaklarına bastıran ağrıyla uyanan genç adam hayata ilk kez gözlerini açıyordu. Bembeyaz bir parıltı gözlerini kamaştırdı. Ağustos böceklerinin tıslaması ve rüzgâr sesi yankılanarak kulaklarına doluyordu. Burnuna yanık kokusu gelirken doğrulmaya çalıştı.
Henüz dengesini sağlayamıyordu. İleri geri yalpalayarak zor da olsa ayağa kalktı. Elini bir tür metale dayıyordu. Üzerine bastığı zemin yeni kurumuş asfalttı. Sağında solunda sonsuzluğa kadar uzanan sarı çimler ve önündeki ufuk çizgisinde dalgalanarak biten yol, şimdi onu yavaş yavaş korkutmaya başlıyordu.
Elini cebinin olması gerektiğini düşündüğü yere soktu ve neye yaslandığına bakmaya çalıştı. Yanık kokusunun bizzat geldiği yer, eski külüstür bir arabaydı. Mavi renkliydi... Ya da en azından bu rengin adının "mavi" olduğunu biliyordu.
Beynine saplanan bıçakların tıslaması bitmek bilmiyordu. Eli cebinde plastik bir nesneyi buldu. Çıkardı, etrafında şimdi dönmeye başlayan dünyaya inat, elindeki belgede ne yazdığını okumaya çalıştı genç adam. Kaliteli plastiğin üzerinde sadece şu yazıyordu: "Ya olmazsak?"
"'Ya olmazsak' mı?" dedi kendi kendine. Okuyabiliyor ve konuşabiliyordu, şükür.
Nefesi ve kalp atışları hızlanmaya başlıyordu. Neredeydi ve kimdi, bilmiyordu. Belli belirsiz anı parçaları gözü önünde flaş patlamaları gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Adam eğildi ve yaslandığı arabanın yan aynasında kendisini buldu. Sarışındı, saçları dağınıktı. Alnında küçük bir yara kabuğu gözüküyordu. Kan kurumuştu. Elini yaranın olduğu yere götürdü ve canı acıdı. Saçını şöyle bir silkeledi. Üzerinden tozlar dökülürken dikkati bileğinde duran saate kaydı. Deri kayışa sahip, ortalama bir saatti. Saatin üzerinde tarih yazmıyordu, sadece saatin kaç olduğu yazıyordu: 15:10.
Kaç saattir baygındı, bilmiyordu. Tek bildiği bir kazaya karışmış olabileceğiydi. Arabanın ön kaputu içeri göçmüştü ve koyu siyah duman yükseliyordu. Yerler cam parçacıklarıyla doluydu, şimdi fark etmişti. Onlara basmamaya dikkat ederek çekildi. Tekrar aynaya baktı. Zayıftı... hatta çelimsiz görünüyor demek daha doğru olurdu. Üzerinde desensiz bir tişört, altında kahverengi şortuyla orada duruyordu. Bakışlarını arabanın camından içeri çevirdi. Anahtar kontağın üzerinde duruyordu. Direksiyon simidinin üzerinde küçük bir vuruk ve vuruğun olduğu yerde bir damla kan vardı. Arabanın içi temiz değildi. Sağ koltukta küllük vardı ve içindeki sigara izmariti söneli çok olmuştu. Araç düz vitesti, vitesin üzerine öylesine geçirilmiş olan küçük, sarı kolyenin altında kalp şeklinde bir cisim vardı. Genç adam merak edip arabanın kapısını açmaya çalıştı; nitekim açtı da.
Bir an fırlayıp eğildi ve kolyeyi kapmaya çalıştı fakat o bunu yaparken beli şiddetli bir ağrıyla zonkladı. Sessiz bir çığlık atıp yavaş yavaş doğruldu. Kazada belini incitmiş olmalıydı. Acaba vücudunun başka yerinde yara var mıydı? Bu, şu anda önemli değildi. Acıya aldırmayarak, daha doğrusu katlanmaya çalışarak tekrar -bu sefer yavaşça- eğildi ve kolyeyi aldı. Merakla elini kolyeye bağlı kalp desenine götürdü. Parmakları küçük bir aralık buldu ve ihtiyatla ve umutla onu açtı.
Boştu.
Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de tanıdığı birisine ait bir resim bulabilir diye umuyordu... ya da bir tür yazı.
Bir umutla arabaya oturup torpido gözünü, güneşlikleri, koltuk aralarını; kısacası elinin yettiği her yeri, acı giderek azalırken aramaya başladı. Tek buldukları abur cubur paketleri ve boş su şişeleri oldu. Ufukta yavaştan batmaya başlayan güneş gözüne girerken refleks olarak elini ön cebine götürdü ve orada daha önce fark etmemiş olduğu güneş gözlüğünü buldu. Aracın aynasından ilk kez kendisine bakarken dikkat etmemiş olmalıydı, daha çok nasıl biri olduğunu öğrenmek istiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mor Vosvos
AdventureLiseden beri sürekli yazmaya başlayıp, silip, tekrar yazmaya başlayıp, vaz geçip, tekrar geri döndüğüm fakat asla bitiremediğim romanıma geri dönüyorum. Sizlerin de desteğiyle çıkacağımız bu yolculukta herkese keyifli okumalar dilerim. Kemerleriniz...