Önümde oldukça genişçe, orta uzunlukta, üstünde sebebi ve anlamı olan fakat benim ne olduklarını bilmediğim yeşil bir bez örtülü tahta parçaları birleşiminden oluşan bir kutu duruyor. Özel bir ismi var, o ismi söylendiğinde insanların içi ürperiyor; tabut. Etrafımda insanlar ağlaşıyorlar, tam baş ucundayım. Daha önce o uyurken başucunda durmadığımı hatırlıyorum. Hep uzaktan seyrederdim. Dikkatle odaklandığım tabutun içinden beri görüyormuşçasına gözlerimi ayırmadan bakıyorum. Arada sırada gözlerim etrafı kolaçan ediyor, babamı bulabilmek için. Her zaman ayakta, otururken, gözleri açık, gülerken, elinde sigarası, başına bağladı başörtüsüyle gördüğü ablasını bir tahta parçasında düşünmek, onun içinde görmek istemiyor olacak ki ortalıkta yok. Üstünde ablasının tabutunu omzunda taşıdığı için, yapışıp kalacak talaş parçalarının olacağını hayal bile etmeden aldığı lacivert hırkası vardı. Daha sonra onu giyemeyeceğini de bilmiyordu. Karısının çok sevgili kızına "Aldık işte yine giymiyor!" diye dert yanacağını, halbuki beğenmediğinden değil, "Ablamı gömdüm ben o hırka üstümdeyken!" düşüncesiyle giyemeyeceğini anlamadığını da... Çok istedim ki tabu açılsın ve son bir kez "dünya gözüyle" göreyim yüzünü. İçimde her zamanki gibi hiçbir his yoktu. Ne acı. Merhumenin kızı bile bu kadar yakın değilken tabuta, ben tam dibindeydim. İçimde ne bir korku, ne bir acı ne de başka bir şey...
Ricama karşılık tabutun kapağı kaldırıldı ve içinden inanılmaz keskin, daha önce de bir başka ölünün tabutu açıldığında duyduğum, "Cennet kokusu" dedikleri koku sızlattı burnumun direğini. Ben bu kokuyu hiç sevmiyorum, kim severdi ki? En güzel kokulu parfümleri sıkmaya özenen de, ter kokusundan yanına yaklaşılmayan da en sonunda bu kokudan kokacaktı. Acaba dedim içimden, acaba cennet gerçekten böyle mi kokuyor? Cennet güzel bir yer, bu kötü koku neden olsun? Yoksa her canlının cehennemi bir kez olsun tadacağı bilgisine dayanarak, o kadar kötü bir yerden çıktıktan sonra, eğer ki girersek cennete, bu koku bile mis mi gelecekti bize yanık kokusundan?
Ben içimden bunları düşünürken kefen baş kısmından yavaşça açılıyor, açıldıkça koku artıyor, benim içimde hala hiçbir his. O an bana ne bir yavaş çekim gibi geliyor, ne saniyelik bir an gibi. Her şey o kadar normal geliyor ki, kendime şaşmıyorum bile... Kefen denilen bez parçası yüzünden sıyrıldıktan sonra çıkıyor karşıma kapalı gözleri, burnu ve pamukla sarılmış ağzı... Yüzü nemli, hatta bir iki ufak damlacıklar var... Ten rengi bu kadar koyu muydu yoksa ölümün verdiği, kanın çekilmesiyle oluşan koyuluk mu diye düşünüyorum... Ama içimde bir his beliriyor. Rahatlama. Ölü görmüş gibi değilim. Onu görüyorum işte karşımda! Halam! Her gelişimde beni kendine çekip kocaman iki göğsünün arasına sıkıştırıp, bi elinin parmakları arasında ki sigarayı saçımı yakmamak için uzak tutmaya çabalayarak aynı zamanda okşayan ve uzun öpücükler konduran başıma. Halam! Ne güzel uyuyor. Amma bir horlayışı vardı ki halamın... O duyulmuyor, gürültüden olacak... Yoksa görmediğim 2 yıl boyunca horlamayı mı kesti..? İki yıl önce gelişim de bir cenaze içindi... Bu memlekete acı haber yüzünden gelmediğim seneler çok zaman önceydi... Bir yandan rahatlamışken bir yandan içerliyorum halam. Bak sevgili yeğenin gelmiş, nasıl durusun böyle kaskatı! Ayıp vallahi... O kadar da severdin beni... Hani nerede o güzelim sevgi? Evine gittim, masanı da hazırlamamıştın zaten! Sevdiğim peynirden almamışsın, çok darıldım... Bir tek çay vardı her zamanki gibi ocakta, kızın "Annemin çayı, hatırına için!" diye ağlamaklı bir sesle yalvarıyordu içmeyenlere, içtim, ama onun da tadı yoktu... Evdeki herkes sigara içiyordu, seni son bıraktığımda sen de içiyordun, ama sen de bırakmışsın. Demek ki neymiş, sigara öldürmüyormuş... Bak sen bıraktıktan sonra öldün... Gözümün önünde yüzün, gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor yaşadıklarımız. Sen de ölürken geçti mi o meşhur film şeridi? Ya da ben yine mi ölüyordum da görüyordum bu filmi? Annem, sen, ben, meşhur evin bahçe merdivenlerinde oturuyoruz bir akşam, ben daha küçüğüm, konuştuğunuz konulardan anlamıyorum, duymayayım diye beni uyutuyorsunuz. Şimdi diyorum, şimdi olsa kendi ömrümün değil, seninle olan ömrümün hiçbir anını uyuyarak geçirmezdim. Bir ses "Tamam yeter artık!" diyor, bakıyorum eller hemen yüzünü kapatmaya geçmiş, "Kapatmayın!" diye hala görmek isteyenlerin sesi, tuhaf bir kargaşa, ben düşüncelerimden kaldırılmışım, yüzün kapanmış. Sonra kaldırıyorlar seni karşılıklı konan iki sandalyenin üstünden, gidiyorsun arabaya doğru. Paytak paytak yürüşün geliyor aklıma, annen gibi bağladığın baş örtün, siyah basma eteğin, terliklerin geliyor. E yine öyle yürüsene diyorum içimden, şimdi bi daha sarılmayacak mısın bana öyle? Ama beni hayatımda en güzel sen severdin diyorum. Şimdi sen de gidiyorsun hem de o paytak yürüyüşünle değil, bi kutunun içinde yatmışsın insanlar seni götürüyor. Ne kadar rahatına düşkünsün! Beni en güzel sen severdin diyorum yine. Arkadan insan sesleri, ben hiçbir zaman olmadığım kadar sessizim. İki gözümden de durmaksızın, art arda tuzlu bir sıvı akıyor. Kendimi hiç bu kadar sessiz ağlarken görmediğimi düşünüyorum. Şaşırıyorum. Gidiyorsun.