TUTKU

34 2 0
                                    

Giriş

Sınav stresini yavaş yavaş geride bıraktığım şu dönemde sırf yazmış olmak için başladığım bu yazı uzun zamandır olmayan bir his uyandırdı içimde. Kötü oluyor diye bir iki cümle sonra silip attığım, hiç başlamadan bitirdiğim hayatlara mahcubum; hayallerinin peşinden koşan kıza, heyecanını küçük gördüğüm için, yıldızları izlerken birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini söyleyen çifte, onları çok sıradan bulduğum için ve hiç malzeme yoksa elimde, kendi hayatımı yazarım felsefesiyle başlayıp kendimi tam olarak yansıtamadığım için kendime mahcubum. Yüksek sesle söyleyemediğim gerçekleri yazmak da zormuş meğer. Duymak istemediğim şeyler kafamda yankılanıp dururken bunları  daha fazla göz ardı edemedim kendimi yazayım istedim. Dışarda beynimin içindeki düşüncelerin kavgasına ortak olmak için adeta yarış içinde birbirine çarpan doluların eşliğinde, artık alışkanlık haline getirdiğim çikolatalı sütümle, fonda “Schindler’s List” çalarken başlıyorum en baştan, ne zaman başladığını bilmesem de bir sorun olduğunu fark edeli çok oldu.

                Her gün birbirinin kopyası gibi geçip giderken neden her gün uyanıp okula gittiğimi, neden yazdığımı, neden her hafta sonunu iple çektiğimi, hatta neden nefes aldığımı bile sorgulamaya başlamıştım. Hayatımdaki en büyük hareketliliğin on beş dakikalık teneffüste depar atıp yemekhaneye iki dakika erken geldiğimde gördüğüm minti tavuğun heyecanı olması komik değil miydi? Her sabah okula gelip bilindik hareketlerle çantamı masaya bırakmam, gülerek arkadaşlarımın yanına gitmem ve hep birbirine benzeyen muhabbetlerin arasına “uykum var” ları, “ çok yoruldum”ları sıkıştırmam.. Sahi ben neden yoruluyordum? Akşam eve gelince ne yaptığımı bile hatırlamadığım halde üstümdeki yorgunluğu atamıyordum. Psikolojik bir yorgunluk olduğunu düşünsem de neden fiziksel acı verdiğini çözemiyordum, dışarıya pek yansıtmadığım ama kendi içimde yaşadığım bitkinliğin.

                Düşündükçe – ki beni asıl yıpratan şu düşünme işi olabilir- bir amacım olmadan yaşadığımı fark ettim. Yolun sonunu bilmeden okula gidiyordum her sabah yedide kalkıp, keman çalıyordum boş vakitlerimde daha nereye kadar ilerleyebileceğimin hesabını yapmadan. Yazıyordum, yazıyordum yazmasına da nasıl biteceğini bilmeden. O sonunu hiç getiremediğim yazılar benden enerjimi, saatlerimi,çikolatalı sütlerimi aldı. Elimde bir şey olmadan önümdeki kağıtlar kadar boş gözlerle aynadan kendimi izledim bir süre ve sonra tekrar denedim. Çok kötü olması bile önemli değildi artık benim için, bitse yeterdi. Sonunu getirmediğim her yazı benden bir parçamı alıyordu ve gittikçe eksik hissetmeye başladım. Gördüğüm güzel yazan insanlar bunu bir yaşam biçimi haline getirmişti, çok uzaktan bile görseniz anlardınız güzel yazdıklarını. Günlük konuşmalarına, jest ve mimiklerine, gözlerinin derinliklerine kadar işlemişti bu meziyet onların. Ya ben öyle miydim? Yazdığım iki güzel yazı sonrasında yetenekli olduğuma inansam da zamanla onların sadece birkaç güzel fikirin parıltıları olduğunu ve yavaş yavaş sönmeye hatta yok olmaya başladıklarını hissettim. Kendimi onların yanında ezilmiş, arka plana atılmış, yeteneksiz hatta bilgisiz biri gibi hissedeceğime hiç yazmam dedim küstüm kalemime.

                İçimdeki sesin dediklerine uyarak kendimi derslerime versem de bir süre sonra tatmin etmemeye başladı. Belki on defa silip tekrar çözmeye çalıştığım üçgendeki benzerliği ararken, belki yüzüncü defa ezberlemeye başladığım kimyasal kökleri zihnime kazımaya çalışırken iç sesim yine peşimi bırakmamıştı. Tepeleme bir dağ gibi karşımda duran test kitaplarına bakıp iç geçirdim. Birkaç dersin dışında eğlenceli gelirdi ders çalışmak, ama ben neden çalışıyordum? İlerde nasıl bir meslek yapmayı düşünüyordum. Biyolojiyi sevmesine seviyordum ama bu doktor olmak istediğim anlamına gelmiyordu. Benim severek çözdüğüm hız problemleri mühendis olmak için yeterli miydi? İnsanlarla ilişki kurmayı sevdiğim halde bu kadar kötü tarih ve coğrafyayla psikolog olabilir miydim? Bunlardan daha da önemlisi ben neden kendime bir meslek bulmak zorundaydım? Çoğu insanda olan gibi, beni hayata bağlayan bir şey neden yoktu? Yakınlarım kalbinin sesini dinle, hem zaten yolun başındasın bunları düşünmek için daha çok vaktin var diyordu. Bir yanım onları haklı bulsa da baskın olan yanım amaçsızca yaşamanın saçmalığını söylüyordu durmadan. Öyle günlerden biriydi bugün de, sıradan gibi görünen ama aslında diğerlerinin yanında ışıl ışıl parlayan Cuma akşamı, kareli pijamalarımı giyip oturdum bilgisayarın başına ve başladım bu satırları yazmaya…

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jun 07, 2014 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

TUTKUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin