İşte şimdi bitti dediğim anda başladı her şey. Cevaplar yavaş yavaş önüme serilecekti ama bundan önce yüzleşmem gereken içsel hesaplaşmalarım vardı. Bunlardan en önemlisi, unuttuğumu sandığım ama Draco sayesinde hatırladığım bir acıya vereceğim tepkiydi.
İçimde, kendimin dahi bilmediği pek çok ben vardı. Bunları yavaş yavaş, sırası gelince öğrenecektim.
Amanda ve Felix'e saldırdıktan sonra kendimi toparlayamayacak kadar yorgun hissetmiştim; yalnız ve terk edilmiş.. Bu dünyadaki kimse beni sevmiyordu ama dayanmam gerekiyordu. Yola adımımı attığım zaman kolay olmayacağını biliyordum, zaman her şeyi çözer diye düşünmüştüm.
Zaman, hem bedendeki hem de ruhtaki acıları iyileştirir miydi? Buna da zaman cevap verdi: bedendeki acıları iyileştirirdi evet ama.. Ruhumun aldığı yaraları iyileştirme gücüne sadece tek bir kişi sahipti.
Henüz kâbuslarım yeni başlamışken Draco kısa süre sonra ruhuma gerçektende ciddi bir zarar verecekti. Bilmiyordum ve kendime, sesim zayıfta olsa dayanmamı söyleyebiliyordum.
Amanda ve Felix'e saldırmam malikane içinde sağlam olmayan konumumu iyice zedelemişti, ruhumun bedenimden soyunduğunu düşündüğüm o akşam yalnızlığın deşici duygularını tatmak zorunda kalmıştım.
Pişmanlık bütün bedenimi esir almıştı. Onlara dokunmamalıydım, Amanda'nın bütün sözlerini içime çekip sadece yanından geçip gitmeliydim.
O gece aynada, kahverengi saçlarımı tararken yıpranmış yüzüme baktım. Gözyaşlarımı tutmasaydım hala ağlıyor olurdum, yalnızlıktan ziyade kimsenin beni anlamıyor olması acı vericiydi.
Draco'nun sözleri beynimde yankılanıyordu, Narcissa'nın sesi.. Düştüğüm kabus kuyusu içinden çıkamamış gibi hissediyordum kendimi. Kabusların yeniden başlamasını istemiyordum, kaçmak daha kolay oluyordu.
Sabaha kadar boş boş tavana baktım durdum. Düşünecek çok şey vardı ama bütün sinirlerim uyuşmuş gibiydi. Güneş ilk ışıklarını salarken yerimden kalktım. Bir şeylere ihtiyacım vardı.. Beni kendime getirecek, dünyanın hala yaşamaya değer olduğuna ikna edecek bir şeyler..
Malikâneden çıktığımda dışarıda sabahın yumuşatacı havası vardı, rüzgâr saçlarımın arasında dolaşırken Çatlak Kazana doğru yürüdüm. Bugün yanımda kitaplarım yoktu, üstüme giydiğim birkaç bakımsız kıyafetin altında solgun yüzümle birlikte, yapayalnız çıkmıştım sokağa.
Çatlak Kazana girdiğim zaman ne yaptığımı bilmiyordum, bedenimi hareket ettiren bir mantık yoktu. Omuzlarıma yüklenmiş somut gözyaşları hissediyordum, ikide bir sırtımdan aşağıya inen ürpertiler ve titreyişler vardı..
Çatlak Kazan'ın alt katındaki barda, saat çok erken olduğu için kimse yoktu. Zaten kahvaltı yapma gibi bir niyetimde yoktu. Oradan Diagon Yolu'na geçiş yaptım ve neredeyse boş sayılan sokaklarda uzun bir süre ayakuçlarıma bakarak yürüdüm.
Daha sonrasını gerçekten hatırlamıyorum, bir anda beyaz bir boşluk içine rüyalar karıştı ve kendimi neredeyse arafta hissettim. Rüyamda, gözlerimi yakan bembeyaz ışığın ortasında capcanlı suratıyla ve bakımlı kıyafetleriyle boşlukta bağdaş kurmuş gülümseyen Hermione 'ye bakıyordum.
Uyanıp gözlerimi açtığımda, parlak ışık yüzünden yanan gözlerimi kapatmak zorunda kalışım hala rüyada olduğumu hissettirdi ama hayır, uyanmıştım. Yatağın karşısındaki geniş pencereden içeriye vuran ışık gözlerimi yakmıştı.
Bir süre hiçbir şey düşünmeden kısık gözlerimle ahşap tavana oyulmuş desenlere bakarak bekledim. Ama sonra kafama pek çok soru üşüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Deep Down -Dramione
FanfictionDeğişen bir şey yoktu:hala birbirlerinden nefret ediyorlardı.Biri hala safkan ve diğeri hala bulanıktı. Ama hesapta olmayan ortak bir düşman, yıl sonu şöleninde içeceklerine kattığı bir iksir ile her şeyi değiştirdi. Sadece günü birlik.. Bu olaydan...