Yavaş yavaş batmaya başlamıştı güneş. Havada neredeyse elle tutulur bir huzur vardı. Belki başım omzunda olduğundandı.
Saat dörtten beri öylece oturuyorduk. Başım omzuna yaslıydı, bileklerimizdeki çiçekler birbirine. Ben ona, o bana...
İçimde yerinde duramayan beş yaşındaki bir çocuğun neşesi vardı. Yerimde duramıyordum. Ayrıca sürekli ağlamak da istiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamak. Başımı omzuna iyice yaslamıştım dolan gözlerimi görmesin diye. Ama o beni göremese de hissederdi. Yine hissetmiş olacak ki yumuşacık sesiyle sormuştu,
"Bir yere gömebilecek kadar büyük bir kaktüsün de var mı?"
Başımı onaylarcasına sallamıştım. Yerinden hızlıca kalkmıştı. Heyecanlanmıştı belli ki. Ama heyecanında bir burukluk da vardı. Elimden tutup beni de yerimden kaldırmıştı.
"O zaman o da bizimle gelse olur mu?" diye sormuştu.
Nereye dememiştim bile. Yavaşça başımı sallamış kabul etmiştim. O beni nereye götürürse giderdim.
Koşar adımlarla evime kaktüsü almaya gelmiştik. O beni kapıda beklerken ben koşarak odama çıkmış kitaplığımın yanında yerde duran kaktüsü almıştım. Aşağıya indiğimde kaktüsü elimden almıştı. "Onlara güzel bir hediye olacak," diye mırıldanmıştı. Anlam verememiştim.
Bir eliyle kaktüsümü bir eliyle de elimi kucaklamıştı sonra.
Artık iyiden iyiye kararmış havada, elim avcunda onunla koşuyordum ya mutluluktan kahkahalarla gülüp çığlıklar atasım gelmişti. Yanından geçtiğimiz bize anlamaz bakışlar atan insanlara deli deli sırıtmıştım.
"Biz," diye haykırmak istemiştim "en çok anlaşılmazken güzeliz."
***
Yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra yine bir parka gelmiştik. Eski ve terk edilmiş bir havası vardı. Kenarda usul usul akan bir ırmak, üstünde de ufak bir köprü vardı.
Parka yaklaştığımızdan beri durgunlaşan Şövale, köprünün kenarındaki banklardan birine oturmamızla iyice tuhaflaşmıştı. Bir süre kendini toparlamaya çalışır gibi oturmuştu orada. Sonra ayağa kalkıp burukça gülümsemişti bana.
"Haydi şu kaktüsünü yeni yerine kavuşturalım artık."
Sesimi çıkarmadan köprünün köşesine çukur kazmaya başlamıştım. Kaktüsüm burada yaşayamazdı biliyordum ama onun istediği bir şeye hayır da diyemezdim.
Fazla derin olmayan çukura kaktüsü yavaşça yerleştirmiş ve biraz da su dökmüştük. Sonrasında sanki bunları yapmak onun tüm enerjisini almışçasına çöküvermişti yere. Ben de yavaşça yanına oturmuştum. Ona ne olduğunu sormamak için kendimi zor tutuyordum. Ben sormamalıyım diye düşünüyordum, o hazır olduğunda anlatır zaten. Sadece uzanıp elini tutmuş ve öylece beklemiştim.
Bir süre sonra başı omzuma, gözyaşı koluma düşmüştü. Sessiz sessiz ağlamıştı koynumda. Onunla birlikte ben de. İçimden çığlık çığlığa bağırmıştım. Sen ağlama ben ağlarım ikimiz için de, diye.
Biraz sakinleştiğinde, ıslak kirpikleriyle çevrili gözlerini bana çevirmiş ve elini iki kere yere vurmuştu sertçe. Pat pat.
"Burası," demişti. "Benim annemle babamın mezarı. Bedenleri burda gömülü olmasa da burası onların mezarı."
Elini onu desteklemek istercesine sıkmıştım. "Anlat" demiştim, "içinde ne varsa. Kimseye anlatamadığın her şeyi dök bana."
Acı dolu gülmüştü ilk defa bana. İlk defa gülüşü sarı değildi ve ilk defa içimi ısıtmamış, titretmişti.
"Ben küçükken yaz aylarında her hafta sonu bu parka pikniğe gelirdik ailecek. Annem neşeyle bize yiyecekler hazırlar, babam mangalı yakardı. Abimle ben de etrafta koştururduk sabahtan akşama kadar. Çok severdim bu günleri, şu köprünün üstünde oyunlar oynamayı, annemin dikkat edin diye uyarışlarını, babamın göz kırpıp oynasın çocuklar bırak deyişini. Her şeyi işte, burda geçirdiğim her anı severdim. Babamın işleri çok yoğundu ve bize pek zaman ayıramazdı. O yüzden de sık sık babama buraya gelmek için eziyet ederdim."
Duraklamıştı, bunları anlatmak onu çok yoruyordu belli ki. Bir süre bekleyip devam etti.
"Aralık ayıydı. Birkaç gün önce kar yağmıştı ve her yer buzdu. Hiç olmayacak bir günde istemiştim babamdan, buraya gelmeyi. Yazın olduğu gibi piknik yapamazdık belki ama yine gelip burda oynamak istemiştim. Babam da beni kıramamış ve kabul etmişti. Sadece biraz oynayıp dönecektik. Annem hiç istemese de razı olmuş yiyebilmemiz için sandiviçler hazırlamış bir de termosla çay almıştı yanımıza."
Hıçkırıkları derinleşmişti. Titriyordu artık.
"Ama olmadı. Olmadı. Ne o çayı içebildik ne sandiviçlerden yiyebildik. Bir kaza yaptık o gün. Annemle babam hayatını kaybetti. Ben abimi de yitirdim ama. Kaza yüzünden beni suçladı ve bir daha asla bana kardeşiymişim gibi davranmadı. Sadece sırtında bir yüktüm onun. Yaşı büyümüş ama kendi asla büyümemiş, bir işi olmayan, bir okulu bile bitirememiş biriyim işte. Tek becerebildiğim şey çizmek. Onun da kimseye faydası olmuyor."
İçim parça parça olmuştu. Onda kendi kırıklarımdan parçalar görmüştüm. Sıkıca sarılmıştım, ellerimi sırtında teselli olsunlar diye gezdirmiştim.
"Çizimlerin asla gereksiz boş şeyler değil," demiştim. "Eğer o gün bardağa o gelinciği çizmeseydin bugün burda olamazdık. Ve hiçbir şey için kendini suçlama, anne ve babanın ölümünde senin hiçbir suçun yok. Asla yapma bunu."
Söz dinleyen uslu bir çocuk gibi başını sallamıştı. "Suçlamayacağım." demişti.
"Peki sen," diye sormuştu sonra. "Senin aile hikayen ne?"
Bu soruyu beklemiyordum. Donup kalmıştım bir an.
"Hadi," demişti. "Ben anlattım sıra sende."
Annemi düşündüğümde bile gözlerim hemen dolardı. Ama o an çok sakindim, aşırı sakin.
"Babam ben küçükken ölmüş. Hiç tanımadım onu. Kardeşim de yok. Beni annem büyütmüş. Tüm zorluklara karşı, tek başına. Benim için onun yeri o kadar ayrıdır ki. Beni sonsuz bir sevgiyle severdi. Elinden geldiğince istediklerimi yapmaya çalışır, benim için hep kendinden fedakarlıklar yapardı."
Dikkatlice dinliyordu beni. Gözlerine bakamıyordum ama görüyordum, bakışlarını benden ayırmıyordu.
"Sonra, sonra bir gün gitti. Uyandığımda yatağında ölüsünü buldum. Kalp kriziymiş. Geçen seneydi. O zamandan beri pek iyi değilim. Değildim. Sen gelene kadar. Sen gelene kadar annemin çok değer verdiği çiçekleri dışında konuşacak kimsem yoktu. Yapayalnız ve hayattan bezmiş haldeydim. Kendimi biraz toparlamaya başladığım zamansa sen çıkageldin. Bana bir çiçek verdin ve ben, ben tekrar yaşamaya başladım sanki. Sen orda bana bir gelincik çizmedin sadece. Sen, sen orda bana annemden bir parça getirdin sanki."
Başımı kaldırıp gözlerine baktığımda kendimi daha fazla tutamamıştım. İlk önce gözyaşları içindeki yanaklarından öpmüştüm. Gözlerinden öpmüştüm. En son uzanmış, karnımda tomurcuklar patlarken dudaklarından öpmüştüm. Ailesinin mezarında, kaktüsümüzün yanı başında. Gözyaşlarımız birbirine karışmıştı, acılarımız iç içe geçmişti. Ve ben o anda onunla mutlu olacağıma inanmıştım. Gülümsemiş ve o annen gibi gitmeyecek, yanında kalacak demiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şövale ile Torf
Short Story"Parmak uçları renk renk bir adam ve bakışları çiçek kokan bir kadına dair..."