Kalopsia (ka-'lop-se-a): The delusion of things being more beautiful than they really are. (n.)
Yeryüzüne düşen ilk damla, bir binanın delik çatısından içeri sızıp da tuvalin üzerine düşene kadar fırçanın üstüne inen art arda darbeleri canını yakıyordu, eskiden beyaz olan tuvalin. Mor ve siyah üzerine böylesine durmazken dans ederken, altın sarısı onları geride bırakıp çekingence duruyordu. Trompetin hatları belirginleşirken ister istemez su üstüne çıkıyordu altının belirginliği.
Su damlası birden buluşunca tuvalle, tuvalin dik duruşu, yıkıldı sanki. Aşağı çekti, geçmişi silip süpürmek isterken su damlası, ardınca gelen kardeşleriyle beraber. Nefes almakta zorlanan biri gibi titrekçe düşüyordu yağmur tuvalin üzerine. Kehribardan mı geliyordu bu damlalar?
Hıçkırıklarla süslendi yağmur, ta ki portreden hiçbir şey anlaşılmayana kadar. Elindeki fırçaya baktı kehribar gözlü. Bir de artık mahvolmuş portresine. Derin bir soluk aldı.
Ellerinde tuttuğu portreye iyice baktı. Yağmur iyice artarken duvarın yanına çömeldi isteksizce. Soluğunu tuttu ancak çoktan bir hıçkırık kaçırmıştı. Mahvolmuş tuvale sarılırken onun üzerindeki beyaz hırka da tevafuk içinde boğuldu siyah ve morun acısına.
Kalbinin ortasına saplanmış gibi yavaşça ve acı dolu bir gülümsemeyle uzaklaştırdı kendisinden portreyi. Duvarın kenarına yasladı. Griyle buluşmuştu şimdi de portre oysaki onun bir tek olmak istediği beyazken?
Neden?
Neden beyaz kalmak isteyen o tüm güzellikleri ellerimizle renklendiriyoruz? Diye sordu belki de. Bir renge boyayacaksak neden siyah olmuyor bu?
Dizlerini kendine çekmiş otururken kıvırcık saçlarındaki tokayı açtı yavaşça. Duvarın ötesinden kendine bakan diğer portreyi gördü.
Ayağa kalktı, melal sararken onu. Ayaklarını yan yana getirdi. Ellerini yumruk yaptı ve bozulmuş portreyi aldı. Binanın içinden çıkarken ayak seslerinin birbiri ardında eş sesler çıkartmasına gülümseyerek cam kırıkları arasında göle ilerledi.
Yağmur şimdi tüm bedenini sarmışken kim umursardı ki o bir damlayı? Çatıya baktı uzunca. Sonra da portreyi elinden gelen tüm gücüyle fırlattı nehire.
Mükemmel değildi.
Kulağında eski bir melodinin vızıltıları geldi. Bozuk bir plak gibi o akordun düzelme sesi uğuldatırken rüzgârı, derin bir soluk aldı.
En sevdiği şarkıydı bu. Onu bırakmamış mıydı bu kırmızı ton? Artık beraber değillerdi. Neden hâlâ özlüyordu onu?
Neden hala parçayı duyduğu an her şeyi bırakıp ağlayacakmış gibi olan o his peşini bir türlü bırakmıyordu?
Arkasını döndüğünde rahatsızca, tuvalini gördü. Bembeyaz halde. Bir de arkasını dönmüş o nazenin bedeni. Siyah saçlarının omuzlarından beline kadar salınışını. Mor gözlerinin değerli bir madenmiş gibi parlayışını. Elinde tuttuğu o trompeti.
Yanından geçip gitse bir şey hissetmezdi ama şimdi tam karşısında duruyordu.
Her bir fırça darbesiyle hayat verdiği o bedene baktı. Ne siyahı, ne moru, ne de o altın eksikti. Gözlerini bedenden gökyüzüne çevirirken gülümsedi ve derin bir nefes aldı.
Bugün gökyüzü güneşliydi ve tek bir bulut yoktu.
Yağmurlar dinerken kehribarda arkasından gelen gökkuşağı görüldü gözlerinde. Şaşkınlığın darbesinden nasibini almadan önce, belki biraz korkuyla, biraz da heyecanla. Heyecandan parmak uçlarına ulaşan o neşeyle sordu;
''Reina?''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
》Kalopsia •KumiRei《
Mystery / ThrillerKalopsia, ka-'lop-se-a: (n.)The delusion of things being more beautiful than they really are. |Tekrardan paylaşılmıştır.|