1.BÖLÜM
Karşımdaki kenarı altın işlemeli aynadaki çaresiz, sıkkın yüze baktım.
Esmer bir ten, basık bir burun, üzgün düşmüş gözler... Çirkin yüzümden dolayı mıydı bu çirkin kaderim?
Tanrı var mıydı? Ya da neden beni görmüyordu? Görüyorsa neden bir şey yapmıyordu?
İçten bir "offf!" çektim ve kenardaki yaşlılıktan omuzları iyice küçülmüş, yanakları içine çökmüş, yüzündeki her çizgi bir yaşanmışlık olan Nana mın yanına gittim.
Elindeki yünü yavaş yayaş ipliğe çevirirken titreyen ellerine minik bir öpücük kondurup başımı hafifçe dizine koydum. Huzursuzdum ve bunu anladığını biliyordum. Saçlarımı ellerinin arasında çekiştirip gülümsediğini gördüm.
"Çıkar ağzındaki baklayı çocuğum. Nedir senin aklını kurcalayan?"
Beni hemen anladığı için gülümsedim.
"Nana ben şeyi merak ediyordum. Şeyi..
Hun Krallığı bizi istila edecek diyorlar. Kralının ne kadar gaddar olduğunu herkes biliyor. Ya.. B-bize bişey olursa. Ben korkuyorum Nana. Çok yaklaşmışlar diye duydum. Hizmetlliler öyle diyorlar. Kralın bütün oğullarını öldürecekmiş. Benden haberi yoktur değil mi nana? Sonuçta halkın, bazı saray çalışanlarının bile haberi yok benden. Hem Namwoo abimi de o öldürdü. Şimdi hepimizi öldürmeye geliyorsa. Nana.. Çok korkunç küçükken hepimizin korktuğu buz kral geliyor..."Nana nın endişeli halime nazaran sakince beni dinlemesi ile kucağından kalktım. Neden bu kadar umursamaz olduğunu anlamayarak yüzüne baktım. Korkmuyor muydu?
"Yavrum. Sen endişe etme Kralımız halledecektir. Hem onların derdi abilerinle. Sana sıra mı gelecek. Tanrı seni koruyacak. Annen seni göklerdeki yerinden izliyor... Unuttun mu yoksa evladım?"
Gülümsedim ve Nananın yumuşak yanağına bir buse kondurdum. Sonra onu daha fazla işinden alıkoymamak için odadan çıktım.
Beni rahatlatmak için böyle konuşuyordu. Biliyordum. Onu endişelerimle boğmak istemiyordum.
Uzun altın işlemeli koridordan geçerken her zaman yaptığım gibi duvardaki resimleri izledim. Tüm kraliyet ailesinin çizilmiş resimleri duvarı süslüyordu.
Hiç bir zaman o resimlerden birinde olmamıştım. Annem de bende koskoca saraya sığamamıştık. Sığdıramamışlardı bizi.
Bu saray bana aitlik hissi vermiyordu. Buradaki minicik bir iğne bile bana ait değildi. Burası benim evim değildi sanki.
Sarayın hizmetllilerin girip çıktığı arka kapısından çıkıp kendimi sahil yoluna attım. İşte şimdi daha evim gibiydi. Bu koskoca deniz benim evimdi. Bu sarı topraklar benim halımdı. Bu koca gökyüzü benim çatım, palmiyelerse benim duvarımdı.
Kumlara oturup oradan geçen küçük yengeç i izlerken, aklıma bir sürü düşünce akın etmişti.
Acaba sarayda ne olacaktı. Kral ve prensler aşırı derecede streslilerdi.
Kan davası gibi birşeydi galiba bu olan. Ama bizim başlattığımız bir kan davası.
Babam diyemediğim Kralımız, abim olan Namwoo prensi Oh krallığına göndermişti. İçlerine sızması için tabi. Orada yakalanan abim Namwoo nun kellesi vurulmuştu.
Zaten herkes Oh krallığına izinsiz girenlerin sonunun ölüm olduğunu bilirdi. Bu bir prens olsa bile.
Bunun üzerine Kralımız, buz Kral Oh Sehun un en iyi adamlarından Kris i öldürmüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Hun Kingdom //JongHun
Ficção HistóricaYıllardır yıkılmadan ayakta duran kuzeyin soğuk krallığı. Hun Krallığı. Asırlardır süregelen güç ve istikrar. Acımasız ve savaşçı. Eğlence ve zevkin doruklarına yaşayan...